Mutluluk içli köftede midir?

Mustafa H. Kurt

Oysa ki insan alışkanlıklarına hükmedebildiği ölçüde özgürleşiyor, alışkanlıkların hükmettiği oranda da tadı tuzu kaçmış oluyor aynı insanın!


ŞU SIRALAR pek tadım tuzum yok. Bir mide rahatsızlığı nedeniyle perhizdeyim ve tuzlu, acılı, baharatlı, salçalı, domatesli, çekirdekli, yağlı, sütlü, kızartılmış, kavrulmuş, hamur işi, baklagiller, çay, kahve, gazlı içecekler vd. şeyler yiyip içemiyorum. Geriye ne kaldı ki demeyin hemen; kaynamış patates ile yumurta, ayrıca havuç, brokoli, karnabahar, lahana ve yağsız et haşlaması gibi nimetler için şükretmekteyim. Hele her öğünümün değişmez yıldızları turp ve marul ikilisi yok mu, saydığım diğer nimetler gibi bunlar da gerçek birer kara gün dostuymuş hakikaten.

Bunları ne için anlatıyorum, hemen sadede geleyim.

Elli yaşına geldim; bu yaşıma kadar yeme-içme alışkanlığı olarak hemen her şartta Antep mutfağına 'sadık' kaldım; daha doğrusu acılı, yağlı, salçalı, etli, ekmekli, baharatlı ve benzeri özellikleriyle Güneydoğu mutfağına olan bağlılığımı (aslında bağımlılığımı) hep sürdürdüm.

Ta ki geçtiğimiz yaz başlayan ve gittikçe ağırlaşan mide ülserim bana bu bağlılığımı zorunlu şekilde sorgulatana dek.

Hem de ne sorgulatma ama! Son iki ay daha sıkı olmak üzere yaklaşık beş aydır o bahsettiğim yasaklara uyarak perhiz yapmak zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum gerçi ama, bu durum önceleri epey sıkıntılı geçse de gün geçtikçe normalleşti; devamında ise adeta şovence bağlı olduğum ve asla kopamayacağımı düşündüğüm, hatta kopmak ne kelime, hayatı neredeyse kendisiyle anlamlandırdığım o bağlılığımdan/bağımlılığımdan çok şükür bir nebze kurtulmuş oldum.

Bu “kurtuluşu” fark etmem ise benim için inanılmaz bir olayla gerçekleşti: Geçen gün, kendime hakim olamayıp da ailemizin en acı yemezlerinin bile sade bulduğu bir yemekten küçük bir parça aldığımda, hala hayret ettiğim üzere, resmen ağzım yandı! O kadar ki, elimdeki o küçük lokmayı dahi bitiremedim, ağzım adeta alev aldı. Bizimkiler haliyle duruma hayret ederken, ben daha koyu bir hayreti yaşamama rağmen onlardan önce davrandım ve yıllarca benim onlara yaptığım "yahu bunun neresi acı, yazık, şu leziz tatlardan mahrum kalıyorsunuz" türü dalgayı bu kez kendimle geçer oldum. Meğer olan olmuş; yağ, salça, baharat vs. yanında acılı yemek konusunda da damak tadım değişmiş, tamamen nötr hale gelmiş de haberim yok! Yani bu yeni vaziyette artık sıfır acı yanında, tuz desen çok az bir miktar yetiyor. Yağ mı, abartısız söylüyorum sadece bir veya iki damla zeytinyağı veya tereyağı (o da ilaç niyetine), kâfi. Et mi, toplasan haftada elli veya yüz gram kadar, "olsa da olur" nevinden. Karabiber ve diğer baharat türleri ilaç niyetine dahi olsa hiç yok. Ekmek zaten hayli az. Çay, kahve, gazoz, soda hak getire… Ama, ama acaip bir durum var ki; ben bu şekilde doyuyorum! Evet evet, yanlış okumadınız, bunca zaman damak tadına zevkten öte zorunlu bir bağla bağlı olan (çünkü ilk gençlik yıllarından beri, alışkın olduğu mutfak kültürü haricinde şeyler yediğinde en az bir-iki gün mide ve sindirim sancıları yaşayan, uyuyamayan) ben, bu yeni şartlarda yiyip içmeme rağmen, buna bağlı rahatsızlıklar devam etse de artık doyabiliyorum! Üstelik benim için inanılması çok daha zor nokta ise, o eski yeme-içme alışkanlıklarımı aramıyorum hatta özlemiyorum da!

Şuraya geleceğim; işte ancak bu yeni-sıra dışı durumum sayesinde fark ettim ki, aslında bu yolla büyük bir özgürlüğü de teneffüs edebilir hale gelmişim çok şükür. Hatta bağımlısı olduğum yemekleri pek aramamamın bir nedeni de bu özgürlük, bir ucundan ilk defa tadabildiğim bu geniş mutlulukmuş tam olarak. Artık Ege mutfağı bir lüks benim için ve İç Anadolu, Karadeniz, Trakya vb. mutfaklardaki lezzetlere uzak mazime hayıflanıyorum mesela. Elan zorlasam acı da, Antep yemekleri de yiyebilirim ama, artık bu mutfağa mecbur, muhtaç hatta mahkum da değilim çok şükür. Kısacası, bu yaşına kadar alışkın olmadığı yemeklerle karşılaştığında ancak hatır için ve de aç kalmayacak kadar yiyebilen, seyahatlerde acı biberini yanında taşıyan, yerli çaydan köşe bucak kaçan, ekmek hele yeterli ölçüde ve tarzda et yemediği zaman hayatı sorgulayan, (tatlılardaki standartları konusuna hiç girmiyorum bile), velhasıl tam bir “bağımlı” olarak, o 'bağımlılık maddelerine' ulaşamadığında girdiği krizleri, o tatsız tuzsuz, huysuz, aciz, sancılı eski halini sorgulayan biriyim şimdi.

Üstelik şu rahatsızlıktan inşallah şifa bulursam bu yeni hali, şu mis gibi özgürlüğü kaybetmeyi de hiç istemiyorum. Ne de olsa artık ‘kendine uygun’ yemekler aramak ve bulamayınca da yıkılmak yok inşallah (bilen bilir, resmen yıkılır insan). Daha da önemlisi ise, o önüne kadar gelmiş, gönderilmiş nimetlere burun kıvırma vebali de yok. Olayın sağlıkla ilgili yönü ise hepimizin malumu; dolayısıyla mideye, kalbe, sindirime yüklendikçe yüklenmek ve damak zevkinin/alışkanlığının kalbe, ruha, vücuda vurduğu o prangalar da yok!

Demem o ki, insan için bu konuda tatsız tuzsuz olmak 'tatsız-tuzsuz' yemekte değil, tadın-tuzun bağımlısı olmakta, 'tatsız-tuzsuz' bildiği nimetlerin lezzetini alamamaktaymış. Lezzeti kendi mutfağına hapsetmekte ve bünyesini, midesini, damak zevkini hele ufkunu o mutfağın esaretinde bırakmaktaymış...

Hem böylesi alışkanlıklar zaten yeterince zorlu olan şu dünyada diğer pek çok alışkanlığı gibi fazladan maddi-manevi yüklerle insana hayatı daha da zorlaştırıyorlar. Oysa ki insan alışkanlıklarına hükmedebildiği ölçüde özgürleşiyor, alışkanlıkların hükmettiği oranda da tadı tuzu kaçmış oluyor aynı insanın! O sebeple, böylesi durumları yaşayanlara, aşağıya alıntıladığım ibretli hayat dersi yanında (bende olduğu gibi ani bir zorunlulukla değil de) kendi bilinçli tercihleriyle bu maddi-manevi yükten kurtulmaya çalışmayı tavsiye ediyorum. Fakat bu ise, şu hayatta yapabileceğim en ciddi, en önemli, en faydalı tavsiyelerimden biridir yemnederim, inanın bana dostlar...

“…iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî (gıdalı) maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler (eşittirler). Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı (tad alma duygusunu-damak zevkini) okşamak noktasında yarım dakika bir fark var...” (Lem’alar’dan).

  18.01.2024

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut