NE KADAR yaşayacağımı, ömrümün nerede ve nasıl son bulacağını bilmiyorum. Ama emin olduğum birşey var: Artık, 6 Şubat 2023’ten önce ve sonra diye ikiye ayırmanın mümkün olduğu bir hayat yaşayacağım.
Doğup büyüdüğüm diyarda baba yadigârı zeytinliğin birikmiş bakım işleriyle geçen on yorgun günün ardından İstanbul’a henüz dönmüşken 6 Şubat günü uykumu keskin şekilde bölen mesajlarla öğrendim deprem olduğunu. Arkadaşlarla haberleştiğimiz bir Whatsapp grubunda, kendisi Adıyamanlı olup ailesinin bir kısmı Maraş’ta yaşayan bir arkadaşımız deprem haberi aldığını, yıkılan evler olmakla birlikte ailesinin iyi durumda olduğunu haber veriyor, gecenin o vakti uyanık olan veya uyanan arkadaşlar ise birbiri ardınca geçmiş olsun dileklerini iletiyorlardı. İhtimal ki herkes benim gibi düşünmüş, en fazla yakın zamandaki İzmir veya Elazığ depremleri gibi bir durumun vuku bulduğunu tahmin etmişlerdi.
Gün ağardıkça karşımıza çıkan gerçek ise bambaşkaydı. Sosyal medyada on ayrı ilin hemen her yerinden enkaz altındakilerin yardım mesajları sel gibi akarken, devlet canibinde ise bir paralize olma hali sözkonusuydu. En olmadık twitin takibini yapıp peşine düşen devlet, aynı mecradaki en hayatî mesajlar karşısında ise sağır veya hareketsizdi. Enkaz altında artık sayılarının kesinlikle onbinleri bulduğu anlaşılan ve kurtarılmayı bekleyen insanlar vardı, bu aşikârdı. Ama ‘talimatlarıyla’ kelimesiyle kendini takdim edegelmiş ucube bir (sözde) sistemin kurumlarının bu insanların feryatları karşısında evvelemirde yapabildiği, evinde çaresizlik içinde kıvranan ve sadece seyreden bizler gibi epeyce müddet yalnızca seyretmek, kuvvetle muhtemel ki harekete geçmek için öncelikle ‘talimat’ beklemekti. Sonrasında ise felaketin büyüklüğü ile kıyaslanması imkânsız küçücük adımlar gördük.
Bütün bunlar olup biterken, bir yandan zihnim çocukluk günlerime gitti. O günlerdeki Gediz, Lice, Van depremleri; her birinde radyo üzerinden duyduğum mutad hareket tarzı; öncelikle valiliklerin duruma müdahalesi, garnizonlardaki askerler ile sivil savunma ve Kızılay’ın ellerindeki bütün imkânlarla derhal arama, kurtarma, barınma ve iaşe için devreye girmesi, ardından merkezî hükûmetin olayın büyüklüğüne göre imkânlarını harekete geçirmesi…
Özellikle iletişim ve ulaşımda gerçekleşen devrim niteliğindeki birbirini takip eden o kadar gelişmeye karşılık, iki dudak arasına mahkûm olmuşlukla gelen ‘talimatlarıyla’ düzeninin beni elli yıl öncesini düşünür hale getirmesi üzücüydü elbet.
Durumun fecaatini ve arama-kurtarmadaki bu feci zaafiyeti gördüğümde, sabahleyin eşime söylediğim bir sözü geri aldım. Binlerce canın yitip gittiğini duymaya kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylemiştim, maalesef öğleye doğru onbinden söz eder hale geldim. Öğle vakti deprem bölgesinden evleri zarar görmüş bir arkadaşımla yazışırken gerçekleşen ikinci depremden sonra ise, otuz binden bile fazlasına hazır olmamız gerektiğini anlamış haldeydim.
Ama kurtarılabilir halde de onbinler vardı. Bu durumlarda ilk otuzaltı saatin en kritik saat olduğunu defalarca duymuştuk. Gelin görün ki, birçok enkaz açısından, durumu gözlemleyen birinin özetlediği şu tablo vuku buldu: Ses varken ekipler yoktu. Ekip varken ekipman yoktu. Ekipman da geldiğinde ise sesler kaybolmuştu…
Herşeyin, adliye sarayının, havalimanının, hastanenin, köprünün en büyüğünü yapmakla övünen bir yönetimi gerçekten ‘büyük’ ve ‘kocaman’ kelimeleriyle anılmayı hak eder bir konumda görmüştüm o şartlarda: büyük bir za’fiyet, kocaman bir acziyet.
Buna karşılık yakın bölgelerden arama-kurtarma yahut iaşe ve benzeri ihtiyaçlar için yola çıkanlara mukabil, benim gibi birçok insan bu şartlarda hiç olma...
Bu yazının tamamını,
serbestiyet.com’da okuyabilirsiniz.