Sunuş
SENELER ÖNCE, BİR GRUP ARKADAŞ ile ‘Onuncu Risale’nin müzakeresine başlarken, bunun dünyama getireceği şeylerden habersizdim. Mülk sûresinin tek bir âyetinin bir cümlesinin i’cazını çok cihetlerle gösteren muazzam bir tefsir ile başlayan bu risalenin beni Kur’ân’la daha yoğun bir muhatabiyete hazırlamış olduğunu sonra sonra farketmiş bulunuyorum. Nitekim, artık ‘—birinci kitap—’ kaydı düşerek zikretmemiz gereken Kur’ân Okumaları’na giden yola bu risalenin verdiği derslerle koyulduğumu şimdilerde kolayca görebiliyorum.
Ancak, nasıl ‘Onuncu Risale’yi okurken aklımdan ‘Kur’ân Okumaları’ diye bir kitap yazmak geçmiyor idiyse, Kur’ân Okumaları’nı yazarken de, aynı adla bir ‘—ikinci kitap—’ yazmaya karar kılmış değildim.
Buna mukabil, Kur’ân Okumaları’nı yazdığımız günlerden bugüne, Rabbimiz bize her bir anı için hadsiz şükür gereken yıllar lutfetti. Maamafih, bu zaman zarfında, Rabbimizin ihsanına karşı yapmamız gerekeni lâyıkınca yapabildiğimi, ömür dakikalarının kadrini hakkıyla bilebildiğimi sanmıyorum. Bilakis, ‘imtihan’ sırrını da taşıyan birer ilâhî lutuf olarak ömrümüze eklenen bu yılları yaşarken, kendimi minare başında hissettiğim zamanlardan da çok, kuyu dibinde bulduğum zamanlar oldu. Kur’ân’ın nesîminden uzak düşünce, düştük kısacası. Şükür ki, tekrar Kur’ân’a ve de Kur’ân’dan alınan dersle yazılan Risale-i Nur gibi eserlere yönelişle kurtuluşlar yaşadık. Öylece, iniş-çıkışlar, yeni imtihanlar, gel-gitler, arızalar ve marazlar yaşadığımız gibi; Rabbimiz, Kur’ân eczanesinden yeni deva ve şifalar ile de buluşturdu bizi.
Elinizdeki kitap, işte bu süreçte Kur’ânî iklimden hisseme düşenlerin bir kısmını içeriyor.
Hemen belirtelim ki, bu kitabın taslağını oluştururken yazmak üzere not düştüğümüz birçok hususu, Allah ömür ve iman selameti verirse yazmayı umduğumuz bir ‘üçüncü kitap’a aktarmış bulunuyoruz. Bu ‘aktarılanlar’ cümlesinden hiç olmazsa “Fâtiha’yla Gelen Açılımlar” yahut “Hucurât’la Gelenler” bu kitapta yer alabilsin isterdim. Ama, olmadı. Notları dosyamda ve hâfızamda kayıtlı duran birçok bahis, yazılmayı bekliyor. Taslak olarak yazılmış bazı bahisler ise, ciddi bir redaksiyon istiyor. Böylesi notları ve yazıları bu kitaba koyamadım.
Hem, bazı âyetlerinin bazı nükteleri kalbime ulaşan İsrâ, Kâf, Ğaşiye, Hadîd, Mü’minûn, Zuhruf gibi sûrelerden akıl ve kalbimin alabildiği kadarıyla aldığım dersleri aktarmayı arzulamıştım; ama yapamadım. Burada ise, beni alıkoyan, gelecek günlerde Rabbimin izniyle bu sûrenin sair âyetlerinin de dünyama bir şekilde açılmasıyla sözkonusu sûrelerin bir bütün olarak i’cazına dair birtakım notlar düşebilme ümidiydi. Aynı şekilde, ‘infak,’ ‘emr,’ ‘melâike,’ ‘esmâ-i hüsnâ’ terkipleri gibi, üzerinde yoğunlaşmayı umduğum bazı Kur’ânî kavramlara dair kapsamlı bir çalışmaya sadece niyet ettim; ama bunları da yapabilmiş de değilim.
Bir kitaba, ‘yazdıklarım’dan ziyade ‘yazamadıklarım’a dair notlar düşerek ‘sunuş’ yazmam, ‘sunuş’ yazılarının usul ve edebine ters bir durum belki de. Yine de bu notları düşüyorum. Zira, bilinsin ki, ne bu kitap ‘yapılması gerekenler’i lâyıkınca yapabilmiş bir kitap; ne de, Kur’ân karşısında yapılması ve yazılması gerekenler tek tek kişilerin harcı. Kur’ân’a daha yoğun, daha ciddi ve daha derinlikli bir muhatabiyet, Kur’ân’la dünyamıza gelenler karşısında aynı sızıyı ve aynı iştiyakı taşıyan kalblerin ve dimağların buluşmasını gerektiriyor. İnşaallah, Rabbimiz bizi ve birçok mü’min kardeşimizi bu yolda istihdam eder de, zaman geçtikçe gençleşen Kelâm-ı Ezelî’den kendimizin, şu toplumun ve şu çağın hissesine düşenler ‘düşünenler’in zihin ve kalb gündemine taşınır.
Görebildiğim kadarıyla, bu kitabın satırları arasında yolculuğa başlayanlar, ‘celâl’ tarafı ağır basan bir muhtevayla karşılaşacaklardır. Bu, bizce esmâyı ve hayatı doğru biçimde anlamanın en önemli anahtarlarından olan celâl-cemal dengesini terk yahut ihmal ettiğimizden, değildir. Lâkin, küfrün kendini ilhad sûretinde sunduğu hastalıklı bir zeminde, âyetlerden hissemize, müjde ve cemâl yüklü âyetlerden önce, uyarı ve celâl âyetleri düştü. Hele, Kur’ân’ı dahi bir dünyevîleşme projesinin âletine dönüştürme istidadı taşıyan çabalar karşısında, kalbimiz ve lisanımız herhalde ‘celâllenme’den duramazdı. Yine de, yer yer keskin tahliller ile ortaya çıkan bu celâl halinin, cemal boyutu atlanmamış bir üslupla dengelenebilmiş olduğunu ümit ediyor; her hâlükârda, bu yazıları okurken nazarın ‘kişiler’den ziyade ‘olgular’a ve ‘fikirler’e müteveccih olması gereğine dikkat çekmek istiyor; ve son tahlilde, düzeltilmeleri uğruna işaret ettiğimiz yanlışları kalbinde taşıyanların, bu yanlışlardan kurtulabilmeleri arzusunu taşıyoruz. Rabbimiz, kalblerimizi kaydırmasın; kaymış ise, yeniden istikamet yoluna hidayet etsin.
Bilvesile belirtelim ki, bu kitap dört dörtlük bir mü’minin kaleminden çıkmış değildir. Kendisi nefsiyle olan meselesini halletmiş, çağıyla olan hesaplaşmasını tamamlamış birinin eseri de değildir. Kur’ân-ı Hakîm’de ‘âmenû’ ile ‘amilu’s-sâlihâti’ arasında bir ‘ve’nin varlığını hatırda tutarsak, iman ile amel, düşünce ile eylem arasında hem bir irtibat, hem de bir mesafe vardır. İmanımız amel-i salih üzere olmayı da gerektirir; ve, düşündüğümüzü icraata koymamız icab eder. Ama, bu iki unsurun ‘senkronizasyon’u ancak nebîlerin ve sıddîklerin kârıdır. Nitekim, sahabilerin bilhassa büyüklerinde, iman ile amel-i salih arasındaki mesafenin neredeyse kapandığını bize gösteren nice Asr-ı Saadet tablosu vardır. Onların yolunda olmayı istesek de, biz onlardan değiliz. Açıkçası, yazdıklarımız, zaten yaşayageldiklerimiz değil. Bilakis, ‘yaşamayı istediğimiz’ şeyleri yazıyoruz. Bunu böyle bilmenin, bizi ‘olduğumuz gibi tanıma’ ve ‘olduğumuz gibi sevme’nin asgarî şartlarından birini teşkil ettiğini sanıyorum. Kur’ân âyetlerinin bu kitapta yer alan dersleri, bilinsin ki, ‘istidadımıza binaen’ değil, ‘ihtiyacımıza binaen’ dünyamıza gelmiştir. Bazı nükteler başkalarından önce bize açılmışsa, bu, ‘istidadımızın büyüklüğü’nden değil, ‘ihtiyacımızın şiddeti’ndendir. Bu kaydı bilhassa düşüyor; ve, hak etmediğimiz hüsnüzanların dergâh-ı ilâhîde ‘olmamız gereken’ hale ulaşmamız yönünde bir dua sûretinde kabulünü Rabb-ı Rahîm’imizden niyaz ediyorum.
Bir kitap, hiçbir zaman, kişinin kendi emeğinin mahsulü olarak doğmaz. Bugünün modern ‘sunuş’ formatı içinde maalesef ihmale uğrattığımız, lâkin klasik İslâmî literatürde vazgeçilmez bir başlangıç bahsi olan ‘hamdele ve salvele’lerin varlığı, işte bu sırdandır. Herşeyden önce, verdiği ömür, akıl, iman ve lisan misali nimetler ile şu kitabı yazmayı bize nasip eden Rabb-ı Rahîm’e nihayetsiz hamdimizi ifade etmek, mutlak bir gönül borcudur. Kur’ân’ın mübelliği olarak, hayatlarımızın nefsimize rağmen ‘mü’minler için şifa ve rahmet’ olan Kur’ân’la hayatlanmasının en büyük vesilesi olarak Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) hadsiz salât u selâmımızı bildirmek de mutlak bir gönül borcudur.
Bilvesile, onun şanlı sahabilerine, sahabilerden aldıkları iman ve Kur’ân dersini sonraki çağlara taşıyan Tâbiîn’e, Tebe-i Tâbiîn’e, umumen selef-i sâlihîne; ve Kur’ân’ın yahut Kur’ân’a dair ilimlerin bugünlere ve bize kadar ulaşmasında vesilelik hissesi bulunan bütün mü’minlere teşekkürümüzü belirtmemiz de bir gönül borcudur. Bizim gibi lâdinî bir eğitim ve hayat çarkından geçen şu zaman ve zeminin insanlarının Kur’ân’la muhatabiyeti için sahih ve kâmil bir ‘hazırlık okulu’ olan Risale-i Nur’un müellifine ise, hususî bir gönül borcumuz bulunmaktadır.
Gönül borcum olan başkaca insanların başında ise, hayat çizgimi bu şekilde çizmem hengâmında nazarımı ‘dünya’ ile çelmeyen, ancak teşvik ve taltiflerini ifade eden annem ve babam gelmektedir. Keza, önüme ve zihnime hiç bitmeyen bir ‘dünyalık’lar listesi koyan bir eşim olsaydı, böylesi çalışmaları yapmam herhalde pek mümkün olmazdı; ona da müteşekkirim. Kendilerinden çok şey öğrendiğim ders arkadaşlarıma da binlerce teşekkür ediyorum.
Rabbimiz, doğrudan ve dolaylı biçimde, bu kitapta yazılan doğrularda emeği ve hissesi bulunan herkesten razı olsun. Bilinsin ki, bu kitapta yer alan doğruları sahiplenmem imkânsız; ama, ancak var olması muhtemel yanlışlar ve eksikler benim eserimdir. Kullara düşen, meleklerin söylediği şu sözü söylemektir:
“(Rabbimiz!) Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Alîm Sensin, Hakîm Sensin.”
METİN KARABAŞOĞLU
23 Aralık 1999 (15 Ramazan 1420)