|
|
|
| | | |
Deneme Dizisi “Cilt bakımı”nın koskoca bir sektöre dönüştüğü, uğruna on milyarlarca doların, nice emeğin ve zamanın harcandığı bir “görüntü” dünyasının unutulan gerçeğidir ruh bakımı. Oysa mideler gıda, ciltler bakım istediği gibi, ruhun da bakıma, özene ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Gelin görün ki, “madde”ye odaklanmışsa gözler, “mânâ” unutulur. Cilde ve bedene yoğunlaşmışsa nazarlar, ruhlar bakımsız kalır. Bu kitap, işte bu gerçekten hareketle gelişen denemeleri içermektedir. Modern “yaşantı”ları eleştirel bir gözle değerlendirirken, bizi yitip gitmesini istemediğimiz “öz”ümüze çağırmakta ve bir ruh bakımına davet etmekte. Ruh Bakımı, sarsıcı ve uyarıcı bir kitap. Ama bir o kadar da şefkatli ve onarıcı... Format: 175 syf.10. baskı (2019)13.5 x 21 cm.
20,00 -%3014,00
| | |
Önsöz s.7 Amerika dedikleri s.5 Aşkın ölümü s.21 Ahir zamanda çocuk olmak s.31 Kazanırken kaybetmek s.43 İçimizdeki savaş s.55 Biz dünyayı fethetmedik, dünya bizi işgal etti! s.67 Biz özeliz, hepimiz s.83 İlle de ahlâk! s.97 İncelikler peygamberi s.113 Sizin yıldızınız kim? s.131 İmanla amel arasında s.147
|
Bu kitabın PDF formatındaki ilk sayfalarına, buradan ulaşabilirsiniz. AMERİKAN EDEBİYATI’NIN yüzü maneviyata dönük büyük ismi Henry David Thoreau, baş eseri Walden’da, bir Uzakdoğu kitabından okuduğu bir hikâyeyi anlatır.
Hikâye, bir kralın oğluyla ilgilidir. Hadiselerin sevkiyle memleketinden, annesinin-babasının yanından çok uzaklara düşen küçük çocuğu yetişkinlik çağına kadar, ormanda yaşayan yabanî bir adam bakar büyütür. Çocuk, bu adamı babası, bu adamın mensup olduğu kabileyi ise sülâlesi olarak bilir. Sonra, günlerden bir gün, kralın vezirlerinden biri ormanda çocuğu bulur, onun kralın kayıp oğlu olduğunu anlar ve ancak onun anlatmasından sonradır ki, çocuk, aslında bir şehzade olduğunu fark eder.
Hikâye, bir bilgenin çıkardığı şu hisse ile sona erer:
“İşte, ruhumuz da yerleştirildiği durumda kendi özünü yanlış anlar. Tâ ki, kutlu bir öğretmen gerçeği ona gösterinceye kadar.”
Thoreau’nun da dikkat çektiği üzere, modern zamanların insanları olarak, hikâyedeki çocuğa benzer bir hal üzere yaşıyor ruhlarımız. Görünene, elle tutulana, elde edilene; yani maddiyata olan ilginin bu kadar yüceltildiği bir çağda, ruhlarımız özüne, aslına yabancılaşıyor. İnsanların kendilerini sahip oldukları fiziksel özellikler ve maddî imkânlar ile tarif ettikleri bu çağda, bütün dikkat, bütün itina ‘beden’e ve ‘madde’ye odaklanmış halde. Bizi biz yapan, bizi insan yapan asıl özümüz, ruhumuz ise itinadan mahrum, bakımsızlığa mahkûm...
Ruhbakımı, merkezine bu çelişkiyi mihvere alan bir kitap. Ev tasarımından elbise tasarımına, ‘form tutma’dan ‘cilt bakımı’na uzanan çizgiyi irdeleyen denemelerle başlıyor ve insan olarak bunca kabiliyetimizi, bunca donanımımızı maddede, bu dünyada, fanide boğduran bu süreçten bizi çekip çıkaracak bir ‘ruhbakımı’nın yolunu ve yordamını irdeliyor. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ve ona yol arkadaşı olmuş sahabilerin hayatlarından alınan derslerle, ‘ahlâk’ı merkeze alan bir ‘ruhbakımı’na bizi çağırıyor. Kitabın New York ile başlayan satırları, Peygamber şehri olarak Medine’nin çağrıştırdıklarıyla gelişiyor ve derinleşiyor.
Ruhbakımı, bir açıdan yeni bir kitap. Ama bir açıdan, özellikle de üslup itibarıyla Camide Dans Var ve Peygamber’in Kardeşleri’nin devamı niteliğinde. Her hâlükârda, zamane ruhların, bu kitaptan alacağı çok şey olduğunu düşünüyorum. Kanaatim o ki, Ruhbakımı, unutuldukları, bakımsız bırakıldıkları, ihmal edildikleri bir çağda ruhlarımıza iyi gelecek...
Hayırlı okumalar dileklerimle...
METİN KARABAŞOĞLU
İstanbul, Aralık 2007
Metin Karabaşoğlu'ndan Ruh Bakımı
"Cilt bakımı’nın koskoca bir sektöre dönüştüğü, uğruna onmilyarlarca doların, nice emeğin ve zamanın harcandığı bir ‘görüntü’ dünyasının unutulan gerçeğidir ruhbakımı.
Oysa mideler gıda, ciltler bakım istediği gibi, ruhun da bakıma, özene, beslenmeye ihtiyacı vardır.
Gelin görün ki, ‘madde’ye odaklanmışsa gözler, ‘mânâ’ unutulur. ‘Cild’e ve ‘beden’e yoğunlaşmışsa nazarlar, ruhlar bakımsız kalır.
Ruh Bakımı, işte bu gerçekten hareketle gelişen denemeleri içeriyor. Bir yandan modern ‘yaşantı’ları eleştirel bir gözle değerlendirirken, öte yandan bizi yitip gitmesin istediğimiz ‘öz’ümüze çağırıyor ve bir ‘ruhbakımı’na davet ediyor. Peygamber ahlâkı ve sahabe hayatları üzerine yoğunlaşan bir sorgulamayla gelen, Saadet Asrının aydınlığında bir ‘ruhbakımı’na…
Ruh Bakımı, sarsıcı ve uyarıcı bir kitap. Ama bir o kadar da şefkatli ve onarıcı. Bu kitap, ruhunuza iyi gelecek…" diyor kitabın arka kapak yazısı.
Metin Karabaşoğlu, üretken ve dünyaya nereden ve nasıl bakacağını belirledikten sonra hayatın hemen her alanına kafa yoran bir yazar. Karabaşoğlu'nun düşünce dünyasının ana ekseni Kuran ve Nur risalelerinin açılımları oluşturuyor. Dünyaya bakış açısı zaman zaman sert ve tavizsiz söylemlerle öteki kavramları acımasız eleştiriyor olsa da Karabaşoğlu, hayatın hemen her rengini merak edip o konuyu kendi algıları ile kavramaya gayret eden bir mümin yazar olarak oldukça ilginç çıkarımlara imza atıyor..
Karabaşoğlu'nun son kitabı Ruh Bakımı da bu çerçevede ilgiye değer bir eser.
Nesil Yayınları'ndan neşredilen Ruh Bakımı, Müslüman bir yazarın Amerikan seyahati sırasında ABD rüyasını irdeleyen metinleri ile başlayan 11 bölümlük kitap aşkın ölümü ile sürüyor ve imanla amel arasında bir sorgulama ile inançlı ruhlara sesleniyor.
Kitabtan örnek metin olarak sizlere iki ayrı bölümde sorgulanan popüler bir vaka sorgulaması seçtik:
... "bizim sokakta bir market var, sahibi hacı ama, bir görseniz adamı..." faslına başlayan, sonra hepimizin belki bin milyon kez duyduğu sözleri bir kez daha tekrarlayan bir hocama o vesileyle söylediğim bir sözü hayatım boyu hatırlamama sebep olan bir durumdu bu. "Bu özellikte hacıların var olabildiğini ben de biliyorum hocam" demiştim kendisine. "Fakat merak ediyorum: Neden size hep böyle hacılar rast geliyor da, böyle olmayanları hiç rast gelmiyor?"
Elbette, yalnızca böylesi örnekler rast geliyor değildi gerçekte. Hatta böylesi örnekler çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Öteki türlüsünü, daha fazlasını görmeyenler, bu bakımdan, masum değillerdi. Ama, sergiledikleri birtakım davranışlar yüzünden temsil ettikleri bu güzelim dinin güzelliğine ve safiyetine leke getiren insanların da bu sonuçta ciddi katkıları vardı.
Bu durumdaki kişilerin yanlışlarını temsil ettikleri dinin doğrularına saldırı için bahane edinenler, bir haksızlığı da işte bu şekilde gerçekleştirmiş oluyorlardı. Kötü Örneklerden hareketle iyi örnekleri lekelemek bir büyük haksızlık olduğu gibi, iyi örneklerin iyiliğinde pay sahibi olduğu halde kötü örneklerin kötülüğünde payı olmayan bir dini suçlu makamına oturtmak feci bir haksızlık, dehşetli bir vicdansızlık, yürek sızlatan bir insafsızlıktı.
ÖYLE YA DA BÖYLE, tablo ortadaydı: Bir yanda o güzelim dinin güzel peygamberi ve o peygamberi Örnek alıp işini ve hayatım güzel eyleyen güzel insanlar varken, beri yanda o peygamberi güzelce Örnek alamayıp kabalık ve yanlışlıklar sergileyen insanlar vardı. Karşı tarafta ise böylesi insanların kabalığını güzel insanlara güzellikler öğreten güzel peygamberin tebliğ ettiği güzelim dine sırtını çevirme, hatta bu dine hücum etme gerekçesi kılanlar bulunmaktaydı.
Bu tablo içerisinde, herşeye rağmen, bir çıkış yolu vardı. Üstelik öyle kolay bir yoldu ki bu, iyiniyet taşıyan hiçbir kimse uygulamakta asla zorlanmazdı.
Bu yolda, İslâm adına yapılan ama asla İslâm'ın malı olmayan kabalıkları İslâm'a yakıştıranlar, dindar insanların İslâm adına yaptıkları ama İslâm'ın malı olmayan yanlışlar üzerinden İslâm'a küsmek veya hatta saldırmak yerine, onlara İslâm'ın doğrularını hatırlatma durumundaydı en başta. Meselâ, yalan söyleyen bir dindarın bu yanlışından dolayı yalanı yasaklayan İslâm'a küsmek veya saldırmak yerine, "Yalan söylemeyi yasaklayan bir dine mensup olduğun halde yalan söylüyor olman sana yakışmıyor" diyebilmeli; dindar bir kişiden kaba bir davranış gördüklerinde, o insana mensup olduğu dinin peygamberinin inceliğini hatırlatabilmeliydiler.
Böyle yapmaya daha ehil ve daha mecbur olanlar ise, bu dini güzelce yaşamaya çalışan kişiler idi. Onlar da, İslâm adına İslâm'ın malı olmayan kabalıklar sergileyen iman kardeşlerine İslâm'ın malı olan incelikleri bildirmeli; hem, bu inceliklerden yalnızca onları değil, kendisini İslâm'ın dışında gören kişileri de haberdar etmeliydiler.
İslâm adına İslâm'ın malı olmayan kabalıkları sergileyenlerin ise, ciddi bir özeleştiriye; "Dindar bir kişi olarak yaptığım bu hareket gerçekten dinimin özüne uyuyor mu?" sorusunun izini sürmeye ihtiyaçları vardı. Bunun da yamsıra, dini yorumlama ve uygulama biçimlerini sünnetin ve hikmetin ışığında bir daha tartıp değerlendirmeleri şarttı.
Bütün bunların her kesimden insan tarafından başarılması için ise, öncelikle, bir bilgilenme hamlesi ve gayreti gerekiyordu. İslâm'ın malı olan ile olmayanı, keza İslâm'a ait doğru bir ölçü ile o Ölçünün yanlış yorumunu, dahası doğru bir ölçünün doğru yorumu ile o yorumun yanlış uygulamasını ayırma, ve bunun da beraberinde, hangi doğrunun hangi yerde hangi şekilde uygulanacağını bilme imkânı veren bir bilgilenme...
fena gördüğü ilk fırsatta iman kardeşine sırtım dönenler vardı. Aramızda, 'Aklımı seveyim' üslubuyla niyet okuyanlar, ama nedense hep 'kötü niyet' okuyanlar vardı.
Hafıza arşivim, binlerce güzelliği bir yanlışa değişen, bir hatarla binlerce hatırı zayi eden o kadar hatıra yüklüydü ki... Hatıra geldikçe ruhumu inciten, hatıra geldikçe rikkatime dokunan nice, nice, nice olay, fiil, tecrübe, hatıra, söz, icraat vakiydi ki..
Nasıl böyle olabiliyordu? Nasıl insan insana, mü'min mü'mine kötülük edebiliyordu? Nasıl ucu bize dokunan bir küçük hata yüzünden bir insanın taşıdığı yüzlerce meziyet ve binlerce güzellik heder ediliyordu? Nasıl oluyordu da, hali ve hayatı kendilerine âyân olduğu halde, bir insanın, hele bir mü'minin ardısıra bir kötü yorum, bir suizan, bir gıybet, hele bir iftira vaki olduğunda onun aynı yolun yolcusu diye bildiği niceleri bütün bu söylenip edilenler karşısında çanak antenden farksız bir pozisyonda duruyordu?
"E=mc2"yi alan aklımın, hidrojen ile helyum arasındaki dönüşüme "Eh, olabilir" diyen aklımın alamadığı şeydi bu. Bilmem cevabını bulana bir Nobel verilir miydi, ama benim gözümde bin Nobel'den daha değerliydi.
Sahi, nasıl olabiliyordu?
NEYSE Kİ, GEÇMİŞ bunlardan ibaret değildi benim için. Hafızama yer etmiş hatıra arşivinde, hatır gözeten, bir yanlış sözle bin güzelliği silmeyen, hayat sınavında mü'min kardeşine "bir yanlış bin doğruyu götürür" muamelesine girişmeyen simalann da izleri vardı. Düşenin dostu olan, düştüğümde de dostum olur, hatta asıl düştüğümde kalkmam için bilhassa yardımcı olur huzurunu insana hissettiren simalann da hatırası vardı"...
(Haber 7 kitap dünyası)
– Bu eser hakkında henüz bir yorum yapılmamış. İlk yapan siz olmak istemez misiniz?
|