SUNUŞ
RİSALE-İ NUR OKUYAN İNSANLAR neden (yeterince) Kur’ân okumazlar veya okumadıklarına ilişkin yaygın bir kanaat vardır? Neden Risale-i Nur’un Kur’ân’la ilişkisine dönük bir dizi eleştiri var? Klasik İslâmî dindarlık (Kur’ân ve hadise dayalı dinî bilgi) ile Risale-i Nur ekolü arasında var olan mesafe gerekli midir ve bunun anlamı nedir? Nur(cu)lar gerçekten bilim sevdası içinde olan modernist bir kültürün ürünü mü? Risalelerden hareketle modern bilime nasıl bakmalı? Peki, Risale-i Nur ‘ılımlı’ bir dindarlık mı üretiyor, yoksa ‘olumlu’ bir dindarlık mı? Anlayışsız eleştiri ile eleştirisiz anlayış arasında sıkışıp kalabilen günümüz Müslümanlarına Risale-i Nur çizgisi ne tür bir orta yol öneriyor? Dindarlar sağcı olmak zorunda mı? Nur risalelerinin milliyetçilik konusunda çok tartışılan yaklaşımı gerçekte nedir? Gerçekten ‘müsbet milliyetçilik’ var mıdır? Said Nursî’nin Sultan Abdülhamid ile problemi neydi?
Elinizdeki çalışma, Said Nursî ve Risale-i Nur ekseninde sorulagelen bir dizi soruyu ele alan bir çalışma. Bu noktada pek yeni sayılmaz. Daha önce de, Said Nursî’yi anlamaya yönelik pek çok çalışma yapıldı. Bununla birlikte, bu çalışma birkaç açıdan özel bir konumda bulunuyor.
Birincisi, kitabın hitap kitlesi ve hitap seviyesi ile ilgilidir. Zira, bugüne kadar Risale-i Nur dairesi içinde üretilen ve Risale-i Nur’u açmaya yönelik çalışmalar çoğunlukla ‘daire içine konuşan’ çalışmalardır. Hariçtekilere ulaşma yeteneği sınırlı girişimler olarak kaldılar. Daire dışından çalışmalar ise, Risale-i Nur’u bütünlüğü içinde ele alabilme yetkinliğine ve kıvamına henüz ulaşmadığı için—ki, bunun ne zaman ve ne kadar mümkün olabileceği ayrı bir sorudur—yüzeysel kalmıştır. İşte, Tehlikeli Denemeler, bu noktada özgün bir kitaptır.
İkinci bir sebep de, Metin Karabaşoğlu’nun bir Nur talebesi ve bir aydın-düşünür olarak portresidir. Said Nursî’yi anlama, daha da önemlisi, yorumlayıp değişik seviyelerde kitlelerle paylaşma konusunda Karabaşoğlu ismi haklı bir ilgiye mazhar olmuştur. Esasen, Karabaşoğlu, günümüz Said Nursî yorumcuları kuşağı içinde en önde gelenidir ve birikim ve katkılarıyla Risale-i Nur kültürünün tazelenmesinde anahtar bir rol oynamaktadır.
Bu kitap, Metin Karabaşoğlu’nun entellektüel serüveninde önemli bir işaret taşı olarak görülmelidir. Diğer taraftan, bu çalışma, Karabaşoğlu’nun alışageldiğimiz tarzından kısmî bir farklılaşmayı da yansıtıyor. Tehlikeli Denemeler, hem metraj hem de ele aldığı meselelerin derinlik ve kapsamı itibarıyla son derece önemli cerrahî operasyonlara girişiyor. Sadece Risale-i Nur’a bağlı insanlara yönelik bir dil ve gündemle sınırlı kalmayan daha geniş bir ufuktan konuşuyor. Hem Risale-i Nur dairesi içindeki muhatapların, hem de daire dışındaki muhatapların birikim ve sorularını dikkate alarak yazdığı bu yazılarında, Karabaşoğlu, Nur talebelerinin fikrî bir özeleştirisinin yanısıra, bu özeleştiriye konu olan yanlışlıkların yol açtığı akademik/eleştirel gözlemleri tashih gibi bir amaç da güdüyor.
Kitapta yer alan yazıların her biri, halli bugüne kadar müşkil kalmış sorunları ele alıyor. Kur’ân’la Risale-i Nur arasındaki ilişkiyi irdeleyen ilk yazı, Said Nursî’yi Said Nursî yapan entellektüel ve siyasî arkaplanı tartışıyor. Bu yazı, aynı zamanda, Kur’ân’la Risale-i Nur kültürü arasındaki bağın yeniden inşasına yönelik bir çağrı mahiyetini de taşıyor.
Kitap, hem Said Nursî’nin fikirlerini ortaya konuldukları bağlamla (örnek: Eski Said vs. Yeni Said) ilişkileri muvacehesinde ele alıyor, hem de Said Nursî okumalarının içinde gerçekleştiği siyasî-kültürel bağlama (örnek: milliyetçilik, devletçilik, ilerlemecilik) dikkat çekiyor. Özellikle Eski Said ile Yeni Said arasındaki kopuş ve süreklilik ilişkileri, bu kitapta ele alınan konuların çoğunun anlaşılmasında hayatî bir önem taşıyor. Akıl, İslâm, devlet ve Kur’ân’la birlikte felsefeye de yaslanan Eski Said’e karşılık, kalp-akıl birlikteliğine inanan, devlet yerine toplum, İslâm yerine iman vurgusuna yönelen ve Kur’ân’a felsefeye uğramadan muhatap olma tercihini yapan bir Yeni Said görüyoruz. Başka bir ifadeyle, ‘meydan okuyan’ Eski Said yerine, eskiden meydan okuduklarını ‘muhatap bile almayan’ ve paradigmatik bir yüzleşmeyi seçen Yeni Said var. Bu dönüşüm, Risale-i Nur mesleğinin hem kurucu dönüşümüdür, hem de diğer İslâmî mesleklerden ayırt edici süreçlerinden biridir.
İkinci yazıda, “Bilime Nasıl Bakmalı?” sorusunu soran Karabaşoğlu’na göre, “Risale-i Nur’un ‘bilim’e bakışının açıklığa kavuşturulması ‘imanî’ bir öneme sahiptir. Çünkü, Risale-i Nur kâinatı iman adına çalışmayı modern bilimin determinist yorumlarıyla bulandıran bir çizgiden uzak olduğu gibi, gaybî olanın şahidi olan kâinattan, yani şahitten mahrum taklidî bir imandan da beridir. Her iki sapmayı da aşan bir çizgidedir.” Bu yazıda son derece ilginç tesbitler yapan yazar, meselâ ‘vicdanın ziyası/aklın nuru’ meselesinde önemli bir tavzihe girişiyor. “Risale-i Nur, bir fen kitabının mevcut haliyle, bir akâid ya da medrese kitabının da medrese geleneğinden aktarılmış haliyle beraberce okunduğu bir eğitim öngörmemektedir. Bilakis, iki ayrı alan olarak görülen bu disiplinleri tek bir potada birleştirmeyi sağlayacak bir usul önermektedir” diyor.
Bütün yazılarda ön plana çıkan birkaç önemli vurgu var: esmâ-i hüsnâ, ‘ene’ meselesi, ve Eski Said ile Yeni Said arasındaki farklar.
Kitaptaki yazılar içinde “Müsbet Milliyetçilik Var Mı?” başlıklı yazı son derece önemli bir çalışma olarak göze çarpıyor. Genelde dindar insanların ve özelde Nur talebelerinin resmî ulus-devlet ideolojisine eklemlenmelerini sağlayan muhafazakârlık veya mukaddesatçılık gibi meşruiyet kanalları aynı zamanda Nur talebelerinin Risale-i Nur’un çoğu kez rağmına olarak ‘milliyetçi’ bir çizgiye yönelmelerine yol açmıştı. Bu yazı, bir anlamda son otuz-kırk yıllık bir probleme neşter vuruyor. Karabaşoğlu’na göre, “Said Nursî ‘müsbet milliyet’ten bahsetmekle birlikte, ‘milliyetçilik’ten hiçbir yerde müsbet bir şekilde bahsetmemektedir.” Buna rağmen, müsbet milliyetçiliği sahiplenme ve savunma yanlışına “düşülmesinin en önemli sebeplerinden biri, Eski Said’in milliyet tanımının, bugün genellikle ırka dayalı ‘milliyet’ tanımı ile ve dolayısıyla ‘milliyetçilik’le karıştırılmasıdır.”
Yine milliyetçilik sorunu ile bağlantılı olan ve dindar muhayyilede milliyetçiliğe kaynaklık eden bir diğer sorun da ‘devletçilik’tir. “Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi” başlıklı yazı, bu kitaptaki mükemmel yazıların başında geliyor. Bu özgün ve derinlikli yazıda Karabaşoğlu “İnsan kendisini nasıl tanımlıyorsa, eşyayı da ona göre tanımlar” gerçeğinden hareketle, öncelikle Said Nursî’nin eşyaya ve hayata bakışını ortaya koyuyor. “Said Nursî, iman-küfür denklemi içinde eşyaya ve olaylara bakmıştır” diyen yazar, Nursî’nin mücadele ettiği iki tâğûtu (ene ve tabiat) hatırlatmaktadır. Said Nursî’nin hilâfet ile saltanat arasındaki tarihsel gerilimde hangi safta yer aldığını tartıştıktan sonra, iki tâğûta ilave olarak ‘devletçilik’le birlikte bir ‘şeytan üçgeni’nden bahsetmektedir.
Abdülhamid-Said Nursî ikilemini tartışan Karabaşoğlu’na göre, “din namına devleti ve iktidarı esas alan tavır ile dinin hakikati namına ferdi ve adaleti esas tutan tavrın Osmanlı tarihindeki belki en manidar karşılaşması Abdülhamid-Said Nursî ikileminde görülmektedir.” Said Nursî’nin gözünde saltanat, hilâfet-i raşidenin yıkıcısı olan ‘ısırıcı’ bir rejimdir. Ve asıl olan saltanat ve siyaset değil; adalet ve ibadettir.” Buna karşılık, “Abdülhamid, Muaviye ile başlayan ve devleti önceleyen tavrın mümessilidir. Bir sultan olarak, devletin bekası onun zihin gündeminin ilk sırasını işgal etmektedir. Üstelik, dinin bekasını devletin bekasına bağladığı için, din adına böyle yapmaktadır.” Karabaşoğlu’nun yazısından alıntıladığım aşağıdaki paragraf, Said Nursî’nin konumunu enfes bir şekilde özetlemektedir:
“O, ‘dindar’lığı cihetiyle ‘velî’ bildiği Abdülhamid’e, ‘devletçi’liği cihetinde taraftar olmamıştır. İçlerinde lâdinîlerin ve hatta masonların da olduğunu bildiği İttihadçılara, hürriyet ve meşrutiyet talepleri cihetiyle taraftar olmuş; ama ‘hürriyet’ ve ‘meşrutiyet’i unuttukları dakikada onlara karşı da tavır takınmıştır. Ankara’da seküler-devletçi Birinci Grubun da, muhafazakâr-devletçi İkinci Grubun da yanında yer almamıştır. Şeyh Said’in bir kıyam aracılığıyla din ehlini iktidara getirme projesine asla destek vermemiştir. Devletçiliği parti ve devlet düsturu edinen CHP’ye karşı, hürriyeti ve demokrasiyi öne çıkaran Demokratlara destek vermiştir. Dinî bir parti kurarak iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen kesimlere de taraftar olmamıştır. Sebilürreşad ve Büyük Doğu gibi dinî endişeler taşıyan ve zihniyet itibarıyla devletçi olan insanların çıkardığı dergiler için, ‘Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip, onlarla dostuz ve kardeşiz’ demiş ve eklemiştir: ‘fakat siyaset noktasında değil.’ Mısır’da İhvan-ı Müslimîn’in, İran’da mollaların iktidar mücadelelerinden haberdar olmuş; din noktasında kardeşi olan bu insanların siyasî tavırlarını tasvip etmediğini belirtmiştir. Ki, İhvan’ın Nâsır darbesi, mollaların ise Musaddık devriminde sergiledikleri tavır, iktidar ve devlet-merkezli anlayışın bir yansımasıdır.”
Pek çok dindar kişinin bakış açısının Abdülhamid-Mustafa Kemal ikilemesinde takılıp kaldığını hatırlatan Karabaşoğlu, “esasen, bu iki insan, biri dindar, diğeri ise din-karşıtı olmakla birlikte devletçilikte ortaklaşmaktadır” diyerek, Türkiye’deki muhafazakâr dindarlığın merkezî kabullerinden biri olan devletçiliği son derece güçlü delillerle sarsıyor.
Kitabın sonraki bölümleri de, gündemdeki konulara dair, Risale-merkezli son derece önemli açılımlar yüklü.
Tehlikeli Denemeler, kuşkusuz, Said Nursî’yi ve risalelerini anlama konusunda eşsiz bir katkı sağlayacağı gibi, iki Said arasında cevapsız kalan pek çok soruya tatminkâr cevaplar sunması noktasında da kanaatimce büyük önem taşıyor.
MÜCAHİT BİLİCİ
Ann Arbor, Michigan, Mayıs 2004
ÖNSÖZ
RİSALE-İ NUR ÜZERİNE HACİMLİ makalelerden oluşan bir kitabın Tehlikeli Denemeler başlığını taşıması, sanırım yadırgatıcı gelecektir. Ancak, bilenlerin bildiği üzere, Risale-i Nur üzerine bir düşünce üretimi, özellikle de bunun yazıya dökülmesi, birkaç açıdan ‘tehlikeli’dir.
Risale-i Nur üzerine düşünce üretimi, gerçekten tehlikelidir. Çünkü bu, en başta, bu ülkede kültür ve düşünce dünyasına hakim seküler entelijensiya tarafından ‘bir kenara konulma’ya baştan razı olmayı gerektirir. Bu zümre nezdinde, dünyanın özellikle batı kısmında doğup büyümüş çapsız bir yazarı dahi ‘üstad’ edinmenin anlaşılır bir tarafı bulunmakla birlikte, bu diyarda doğup büyümüş bir Müslüman düşünürü ciddiye almak ‘anlaşılır’ ve dahası ‘affedilir’ cinsten bir davranış değildir.
Öte yandan, bu ülkede okumadan anlayan, bakmadan gören, düşünmeden çözümleyen birileri vardır. Risale-i Nur’a dair olumlu bir bakış, okuma ve anlama zahmetine katlanmadan onu ‘tehlikeli’ ilan etmiş bulunan bu ‘zinde’ kişi ve kurumlar ile her türden ‘iletişim’ zorluğu yaşamaya razı ve hazır olmayı gerektirir. Bu ise, sözkonusu ‘tehlike’nin bir diğer boyutunu teşkil eder.
İlginçtir, Risale-i Nur üzerine düşünce üretimi, bu ülkenin dindar entellektüelleri nezdinde de ‘dışlanma’ yahut en azından ‘küçümsenme’ gibi bir riski göze almayı gerektirir. Risale-i Nur’a karşı kadirnâşinaslık, Türkiye’deki İslâmî câmianın farklı entellektüel gettolarının neredeyse tamamına hâkim olan bir marazdır. Baştan sona okuma becerisi ve sabrı gösteremedikleri halde Risale-i Nur’u küçümseyenlerin Risale-i Nur üzerine bir tefekkür inşasına girişenlere bu şekilde yaklaşmaları, elbette, kolay anlaşılacak türden bir davranış değildir.
Anlaşılması en zor husus ise, Risale-i Nur üzerine düşünce üretimi yönündeki çabaların, Risale-i Nur câmiası nezdinde de ‘tehlikeli’ oluşudur. Düşünce üretimi, bu çabasının ‘tehlike’lerine göğüs germiş müstakim bir sevgili dostumun belirttiği üzere, özgürlük ve serbestiyi gerektirir; düşünce ‘ısmarlanarak’ üretilmez çünkü. Ne var ki, deyim yerindeyse ‘resmî okuma ve yorum biçimleri’ geliştiren kişi ve gruplar nezdinde, böylesi bir çaba peşinen sorgulanır. Hatta, sorgulanmadan yargılanır. Hatta, yargılanmadan mahkûm edilir. Öyle ki, Risale-i Nur üzerine düşünen bir dimağın, yazdığı onbinlerce cümle arasındaki tek bir cümleden dolayı filân yorum grubu tarafından, başka bir cümleden dolayı ise falân yorum grubu tarafından ‘sakıncalı’ ve ‘tehlikeli’ ilan edilmesi mümkün olabilir ve olmaktadır.
İşte bu hususları gözönüne alarak bakıldığında, bu kitaptaki makaleler, içeriğinin ‘mûnis’liğine rağmen, gerçekten ‘tehlikeli’ denemelerdir. Zira, her biri bir bedel ödemeyi göze alarak yazılmıştır. Ki, bu yazılardan dolayı yazarının hâlâ daha ödemeye devam ettiği bedeller vardır.
Diğer taraftan, bu kitapta yer alan yazıları, Risale-i Nur üzerine bir tefekkür inşası yolunda birer ‘şaheser’ olarak görmediğimi de belirtmek isterim. Onbeş yıl gibi bir zaman aralığı içinde, farklı zamanlarda yazılmış olan—ve bu nedenle, okuyana ‘tekrar’ gibi gelebilecek unsurlar da barındıran—bu makaleler, benim açımdan, Risale-i Nur’dan öğrendiklerimi ve Risale-i Nur üzerine düşündüklerimi bir kalıba dökme noktasında yararlı ve önemli olmuşlardır; ama, Risale-i Nur’un bunlardan çok daha fazlasına ve çok daha iyisine lâyık olduğunun farkındayım. Kitabın içinde yer alan bir makalede belirttiğim gibi, “bu satırların yazarı, bir okyanusun kıyısında durduğunun farkındadır. Fakat bu okyanusa dalması için gerekli olan bir dizi ‘marifet’ten mahrumdur. Meselâ, yüzme ve dalgıçlık bilmediği gibi, bir gemisi veya denizaltısı da yoktur. Dolayısıyla, kıyıda durup, yalnızca ‘Bakın, bir okyanus var. Dikkat edin, araştırın, içine dalın’ diyen bir insan konumundadır.”
Tehlikeli Denemeler, Risale-i Nur üzerine sahih ve sağlam bir tefekkürün inşası yolunda bir tür ‘hafriyat’ ve ön-hazırlık olarak görülebilir. Bu kitap, gerek bu makalelerin yazarı, gerek bu kitabın muhatapları açısından daha geniş soluklu ve daha derinlikli çalışmalar için bir zemin ihzar edebilirse, amacına ulaşmış olacaktır.
METİN KARABAŞOĞLU
İstanbul, 4 Ağustos 2004