“Son bakışlar”

Mustafa H. Kurt

ONUNLA İLK defa geçici görevlendirmeyle geldiğimiz kurumun tanışma toplantısında karşılaşmıştık. Akranlarına göre daha donanımlı ve atılgan bir genç izlenimi veriyordu. Ama o ilk günün sonunda ondan en çok neyin aklımda kaldığını sorsalar, ciddiyeti ve tebessümü bir arada aksettirmeyi başaran siması derdim herhalde. Ayrıca sonraki günlerde insanlara yardımcı ve halden anlar yaklaşımlarına şahit olduğumu da unutmadım elbette..

Ne var ki, bende bıraktığı bu olumlu intibaa rağmen onunla kısa selamlaşmalar ve zorunlu konuşmalar haricinde uzun süre önemli bir diyaloğumuz olmayacaktı. Tabi bunda ana etken benim şu kolay arkadaş edinemeyen yönüm, daha doğrusu dengesiz ya da çıkarını dostluğa tercih eden kimi ‘dostlardan’ ağzım bolca yandığından, -bırakın üfleyerek yemeyi- artık ‘yoğurdun’ kendisinden bile uzak durma tercihimdi.

Oysa kendime defalarca telkin ettiğim ama her defasında da unuttuğum gibi; iyi arkadaşlar edinebilmenin şartı evvela insanlarla tanışmaya, dahası onlarla asgari düzeyde de olsa bir muhabbet kurabilmeye bağlıydı. Ama ne gezer? Bu konuda pek çok insan gibi benim sorunum da, korku ve peşin hükümleriyle yeterince mücadele etmeyip ancak korku ve peşin hükümlerin yenilmesiyle elde edilebilecek sonuçları istiyor olmamdı.

Gerçi şu da var ki; aslında arkadaş edinememe yönümün kendimce en az bunun kadar önemli bir başka sebebi daha vardı: Zorla ısındığım bir kalpten bir gün gelip de ayrılmak mecburiyeti! Öyle ya, bir zamanlar hayatımın en yakın dostluklarını tattığım insanlarla hayatın zorlamaları karşısında artık ‘eski dostlara’ dönüşmüş olmamız, yeni dostluklar için cesaret -ve daha da kötüsü istek- bırakmamıştı sanki kalbimde.. Üstelik bu konuda aşırı hassas davranıyorum diye kendime kızmam da fayda etmiyor, yeni tanıştığım bir simada bana eski dostları anımsatan her bir kıvrım o hüznümü hatırlatabiliyordu bir anda. Ve ardından da aynı kıvrım, o kişi ile aramda derin bir uçuruma dönüşebiliyordu.

O zaman sonuç da şaşırtıcı olmuyordu elbette! Benim gibi, aslında arkadaş canlısı olduğuna inanan ama kolay arkadaş edinemeyen biri için yeni arkadaşlar edinebilmenin yolu, birilerinin onu bu konuda iteklemesinden geçiyordu her defasında. Ha bir de, artık ayıp olmasın diye karşılık vermek zorunda kaldığı sohbet girişimlerinden tabi..

Orhan’la da böyle olmuştu işte. Allah var, çocuk laubalilikten uzak, efendi ve benimkinden farklı bir dünya görüşüne sahip olduğu halde benle muhabbete arzulu bir portre çiziyordu hep. Ama dediğim gibi, ben yine de o ‘mazeretlerime’ sığınıyor ve (daha altı ay kalacağımız bu Anadolu kentinde) dengesizliğine veya yanlış fikirlerine katlanmak zorunda kalacağım bir arkadaş edinirim korkusuyla ona pek karşılık ver(e)miyordum.

Ta ki yine ‘iteklendiğim’, yani onunla servis otobüsünde yan yana oturmak zorunda kaldığım o akşama kadar! Benim için her şey öyle hızlı ve -hayatımın en büyük derslerinden birini yaşayarak öğrenmem yönüyle- öyle umulmaz şekilde gelişecekti ki, anlatmak zor gerçekten.

Ama bunu zor da olsa anlatmalıyım.

Anlatmalıyım ki, karşılaştığımız nice özveri, gayret, sorumluluk, vefa, devamlılık imtihanında “ama ben böyleyim, benim şöyle bir yönüm var, bu konuda huyum böyle” falan deyip kestirip atmakla, aslında açabileceğimiz nice kapıya yine kendi elimizle zincir vurduğumuzu haykırmış olabileyim!

. .

İşte o güzel akşam, selamlaşma ve hâl hatır sormaların ardından havalardan, ondan sonra da otobüsün kalabalığından bahsetmeye başlayan Orhan’a, ben ayıp olmasın diye yine küçük ve standart cevaplar verip kafayı sallıyordum ki, birden: “abi bir dakika!” deyip hareketsiz kalakaldı. Benim de dinlememi işaret eder vaziyette, radyodan yükselen şarkıya dikkat kesilmişti. Bunun üzerine ben de zoraki gülümseyerek tamam deyip, otobüsün uğultusu eşliğinde dinlemeye koyuldum.

Fakat az sonra şarkı bittiğinde yol arkadaşım tamamen farklı bir ruh haline bürünmüş gibiydi! Yönünü usulca bana döndü ve belirgin bir sitemi de barındıran kederli bir sesle, dinlediğimiz şarkının sözlerinden bir kısmı bana okumaya başladı:

“Bir söz bitişi gibi, son buldu sevişler,

Bir yaz güneşi gibi, eritir hep bu terk edilişler,

Bir an duruşu gibi, ömrün gidişi gibi,

Veda ederken aşk ateşi gibi, söner iç çekişler…”

O an şaşkın bakışlarımdan ne anladı bilmiyorum ama, okuduğu sözlerin ardından bu kez de “Biliyor musun abi?” deyip konuşmaya devam etti:

- “Bu sözler On İki Eylül yönetiminin haksız ve adaletsiz şekilde idama yolladığı on yedi yaşındaki bir genç için, gencin idamdan önceki son resminde yer alan bakışları üzerine yazılmış! Her duyduğumda ürperirim böyle, işkenceye ve zulme maruz kalan masumları hatırlarım elimde olmadan... Ah o son bakış abi, ah, neler neler hissettiriyor: ‘Ne olacak benim âhım?’ deyişine mi, yoksa bu bakışın artık son veda olduğunu bilişine mi yanmalı, bilemiyor insan..

Ah be abi, aslında bizim hayatımızda da ne kadar çok son bakış vardır böyle, değil mi?”.

Birden afallamıştım! Sözünü ettiği olayı bildiğim halde bu sohbeti koyulaştırmayı ilk başta (bahsettiğim ‘mazeretlerimden’ ötürü) hiç düşünmemiştim aslında; ama nereden bilebilirdim bu genç adamın sözleriyle ta kalbime dokunacağını?.. “Hayatımızdaki son bakışlar” derken mesela, hayatımın bir döneminde dünyama girmiş, sevilmiş, yanında rahat edilmiş, birbirimizle sevinci, derdi, sırrı, simidi ve harçlığı paylaştığımız, ama sonra bir gün sessizce köşelere dağıldığımız simaların içimdeki son bakışlarını bana hatırlatacağını, nasıl bilebilirdim?! Hele annemi, anneannemi, teyzemi, amcamı, dayımı, dedemi, arkadaşımı, hatta dünyalar tatlısı kedimi; bu dünyadan göçüp gitmiş yakınlarımdan kalan o “son bakışları”, tıpkı ılık bir hançer gibi bir anda hatırlatacağını tahmin edebilir miydim hiç?

Ve vicdanın mutlak adalete olan ihtiyacına böyle yakın ve yalın şahitlikte bulunacağım, o akşam aklımın ucundan bile geçmezdi inanın!

. .

Gözlerimin dalıp gitmesine mâni olamadığım bir hale girmiştim o an. Böylesine tanıdık ama izahında hep zorlandığım duygulara hiç ummadığım anda ve gayet yalın halleriyle rastlamak, beni epey sarsmış, şaşırtmış ve de heyecanlandırmıştı.. Ne de olsa duyarlı kalplerin ebedî buluşmalara iman etmedikleri müddetçe çektikleri ayrılık acısının şiddeti, öteden beri hüzünlü bir şahitlik alanı olmuştu benim için. Böylesi insanları duydukça üzülür, kalbimin onlara içten içe yandığını hissederdim hep. Çünkü sahip oldukları insanî erdemlerin, duyarlılığın, merhametin ya da acılara ve adaletsizliklere karşı diri tuttukları vicdanlarının, konu yaşadıkları çaresizlikler ve özellikle de “son bakışlar” olduğunda kendileri için bu kez nasıl birer ‘işkence aracına’ dönüşebildiğini, çok iyi tahmin edebilmekteydim.

Tıpkı Orhan’da olduğu gibi yani!

Bu duyarlı insan, arkadaşlık kurmaktan kaçındığım bu genç çocuk, meğerse haksızlık ve “son bakışlar” konusunda benimkinden çok daha derin yaralara sahip bir kalp taşımaktaymış!

İşte o an, onun bu acılarını dindirecek dermanlardan haberdar olduğum için heyecanlandığımı, hele o heyecanımın içimdeki şaşkınlık ve hüznü hemen nasıl kolayca bastırdığını çok iyi hatırlıyorum. Beynimde adeta bir lamba yanmış, içimden ‘meğer bu çocuk yanıma boşa oturmamış, o şarkı tam da o an çalınmak suretiyle ayrılığa ve adaletsizliğe dair hüzünlerini ona boşa hatırlatmamış’ demeye başlamıştım! Çünkü dışa vurduğu hüzünlerinin dermanı bende, daha doğrusu ders aldığım hakikatlerde ve bu hakikatler sayesinde farkına vardığıma inandığım inceliklerdeydi. Madem öyle, şimdi ona bunları uygun bir lisanla anlatmalı, böylece onun da o inceliklerle yaralarını sarmasına mutlaka yardımcı olmalıydım.

Ve tabi, bu da demek oluyordu ki; bizi burada, bu şekilde, bunun için buluşturan: îlahi bir sevkti! Buna heyecanlanmamak ne mümkündü!

Ama işte bunu düşünmemle birlikte, yüzüm de birden allak bullak oldu! Çünkü o an bir başka ilahî sevk daha yaşadığımız birden kafama dank edivermişti!

Doğruydu, öyleydi gerçekten; bu sohbetten sadece ona değil, aynı zamanda bana da bir derman vardı! Sadece onun için değil, o anki sebeplerin bir araya getirilişi benim içindi de tam olarak! Orhan, kendisine anlatacağım hakikatleri benden başka duyabileceği bir tanıdığı muhtemelen olmayan bu güzel insan; meğerse benim şu arkadaş edineme yönümün tamircisi, yeni arkadaş adaylarına yönelik ilgisizliğimde ne kadar yanıldığımı bana ispatlayacak bir delilmiş de aynı zamanda!

Bunu anlamamla birlikte öyle mahcup, öyle pişmanlıkla dolup taşmıştım ki.. Kavradığıma inandığım o şükredilesi incelikleri veya bunların önemini yeterince bilmeyen insanlardan bunca dert yanmıştım ama, bunları belki de en iyi benim dostluğumla anlayabilecek nice insana da ‘ben kolay arkadaş edinemiyorum’ diye söylenerek ilgisiz davranmış, daha da acı bir ifadeyle bu insanları o hakikatlerle tanıştırma bahtiyarlığından k-a-ç-ı-n-m-ı-ş-t-ı-m! Mesela bu kadar açık ve acıydı işte. Ve bu vurdumduymazlığın vahametini illa da yüzleşmeden, sebep olabileceği acıların bir örneğini onlara birebir şahit olmadan yeterince akıl edememiştim!

Peki değer miydi buna? Sözüm ona o mazeretlerimle böyle bir ihmalin ve gayretsizliğin vebali, taşınabilir bir yük müydü acaba?

Ya bu zamana kadar “ben o hakikatleri iyi anlatamam, bunu ehli anlatmalı” falan deyip güya işin içinden çıkarak, kim bilir kaç kişiye, yahut o hakikatleri benden duymaya muhtaç veya o hakikatlerle irtibat kurabileceği tek tanıdığı ben olan kaç susamış kalbe arkamı dönmüştüm? Aman Allah’ım, bu nasıl korkunç bir vebaldi böyle yakamda?

İçim ürpererek bir ah çektim o an elimde olmadan. Dilimde tövbe sözcükleri birbirini izlediler.

Güçlükle de olsa, “Evet, çok haklısın Orhancığım; o son bakışlar ve de şahit olduğumuz o zalimlikler, o adaletsizlikler insanın kalbini boğuyor gerçekten de…” dedim kalbim farklı bir sebeple boğulurken.

Boynum adeta yerlere yapışmış bir vaziyette hatamı anlamış, hatamın büyüklüğünden dehşete kapılmıştım. İşte tam da o an içimden bir sesin: ‘şimdi kahrolmanın sırası mı, hemen toparlanmalısın!!’ diye haykırmaya başladığını duydum. Bulunduğum yeri, otobüsü, şarkıyı, zalimleri, mazlumları, ölümü, ahireti hatırladım. Ve başımı güçlükle kaldırıp baktığımda, muhatabımın simasında mazide boşladığım muhataplarımı gördüm. Sonsuz şükürler olsun ki, böylece imdadıma yetişen bir inşirahla yerimden hemen doğruldum. “Artık yeterdi!” çünkü. Aynı cürmü bir kez daha işleyemezdim. Üstelik hatam ne derece af edilmez olursa olsun, benim şefkat ve merhameti sonsuz olan bir Rabbim vardı! O halde ne gam, ne kederdi?!

İçim içime sığmaz vaziyette “Bismillah” dedim böylece. Önümde, “Orhan’a o hakikatleri elden geldiğince anlatabilmek” diye bir dua kapısı bekliyordu beni. “Tabi ya!” diyordum; beni bekleyen bu gayret imkânı bir dua, bir amandı, çıkış kapımdı. Bunu kesinkes anlamıştım...

“Ama tam da bu konular var ya,” diye devam ettim şefkatle, “bu yürek dağlayan konular hakkında benim cevaplar bulup mutmain olduğum bazı hakikatli ayrıntılar var, arzu edersen sana da anlatmayı deneyebilirim…”

Orhan: “Tabi abi, çok sevinirim” diye cevap verdiğinde, sevinçten ağlamamak için öyle çok tutuyordum ki kendimi. İşte bu duygularla Rabbimden yardım isteyerek, önümdeki o dua kapısını çalmaya başladım:

- “Orhan kardeşim, insanı hayvanlardan ayıran bir özelliği de, şu âlemde kendi elinin karışmadığı düzenin her parçasında büyük bir hikmetle iş görüldüğünü fark edebilen özel bir canlı olmasıdır. Öyle değil midir sence de?”

- “Doğru diyorsun abi! Normal insanlar için geçerli bir söz bu.” (Gülümsüyor).

- “Bak gezegenlerin dizilişinden tut, atomun yapısı ve hareketliliğindeki o hassas, hesaplı, hayret verici düzene kadar; veya şuursuz canlıların, bitkilerin, hayvanların sahip oldukları inanılmaz özelliklerden, başardıkları harika işlere kadar, her şeyde acaip bir ilim, hikmet ve kudret eseri var. Fakat bu harikalıklara, bu ilim, kudret, hikmet işaretlerine rağmen, senin de değindiğin gibi, insanlar arasında başta olmak üzere dünyada “mutlak adalet” ise pek gerçekleşmiyor; çoğu zalim zulüm ede ede, hesap vermeden ve izzetiyle ölüp giderken, çoğu mazlum da mağdur ve acılı bir şekilde bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Oysa kâinatta o düzen ve o harikalık varken adaletin olmaması, bu kâinatın kendisine hiç uymuyor! Bu işte bir iş var dedirtiyor insana!

Evet kardeşim, sana kısaca ve tüm kalbimle söyleyeyim ki, bu işte hakikaten de bir iş var! Çünkü hiçbir hikmetsizliği kabul etmeyen ve her mahluka tam ihtiyacı olan özellikleri adaletle dağıtan bu yüce düzen, elbette ki adaletsizliği kabul etmez. O halde, eğer zalim izzetiyle ve mazlum da zilletiyle bazen bu dünyadan göçüp gidiyorsa, bu, mutlak adalet kavramının ancak kendisiyle anlam bulacağı yüce bir mahkemeye bırakıldığı sonucunu gösteriyor demektir. Yoksa adalet gerçekleşmeyecekti ise böyle bir hikmetin de olmaması gerekirdi!

Kısacası kardeşim, şundan eminim ki; bu dünyada yapanın yanına kâr kalan adaletsizliklerin bizzat kendileri, tam da adaletin yerine getirileceği bir mekânın varlığını ispat ederler ve onu zorunlu kılarlar. Yani Sokrattan Eflatun’a, Kant’tan Spinoza veya pek çok düşünüre, bir dolu özel aklın işaret ettiği bir âlemi bize bildirirler…

Ama bak ne diyeceğim, eğer bir planın yoksa gel yemeği birlikte yiyelim! Çünkü bu konu çok güzel ve insanî sorularımızın çoğuna cevaplar barındıran pek faydalı bir konu, bu yüzden de üzerine biraz daha konuşmayı hak ediyor derim. Hem sonra şu ‘son bakışlar’ meselesini de çayla birlikte konuşuruz, ne dersin?”

- “Allah derim abi, çok açım zaten...”.

. .

Hiç olmadığı kadar hızlı ama hiç olmadığı kadar doğruluğundan emin olduğum bir karar vermiştim o an: artık rastladığım duyarlı kalpler için gayet iyi bir arkadaş adayı olacaktım.

Hissediyordum, Orhan’la, gelecekteki Orhanlarla iyi arkadaş olacaktık…

Otobüsten indiğimizde avucuna sadaka bıraktığım yaşlıca bir amca, “iyilerle arkadaş olasın oğlum” diye dua ediyordu. İki güvercin sanki bizi selamlıyor, güneş ise ufukta eskimeyen bir dost gülümsemesi gibi sıcacık bakıyordu.

Mustafa H. Kurt (Ahiret Aynaları – 2)

  12.02.2018

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut