Arşiv

 Alışmaya Alışmasak!

Sabri Doğan

Sanki ben duvarda asılı, alışıldık bir resimdim. Yokluğumun izi belli olmasın diye vardım sanki. Ama ne bilinmek, ne de keşfedilmek durumunda değildim. Velhasıl; olmazsam olmazdı onlar için. İyi de, bu mekândaki varlığımın anlamı neydi?


HERŞEY, ÂDETA unutuluverdiğim o misafirlikte başladı. Artık kalkmak, gitmek istediğimi söylediğim zaman büyük bir tezahüratla gerisin geri oturtuluyordum. Anlamadığım şey, gitmek istedikçe varlığımın birden önemli oluşuydu. Yoksa kimsenin, benim aslında ne halde olduğumla, gerçekte neler düşünüp, neler hissediyor olduğumla pek ilgisi yoktu. Konuştuklarımız, bizim oldukça dışımızda meselelerdi. Çoğu zaman da konuşmuyorduk zaten.

Sanki ben duvarda asılı, alışıldık bir resimdim. Yokluğumun izi belli olmasın diye vardım sanki. Ama ne bilinmek, ne de keşfedilmek durumunda değildim. Velhasıl; olmazsam olmazdı onlar için. İyi de, bu mekândaki varlığımın anlamı neydi?

İşte benim eşyanın varlığı üzerinde düşünmeye başlamam, bu terkedilmişliğin neticesi; ve bu terkedilmişlik, düşünmemin mukaddimesi...

Ben, o evde bilinmemiştim, tanınmamıştım. Bakılmış; ancak görülmemiştim. Peki, ben görüyor muydum, biliyor muydum, tanıyor muydum?

Meselâ; odamdaki çiçeğin kaç günde bir sulanmaktan hoşlandığını keşfetmiş miydim? Ya da duvardaki panoda kaç çiçek çizilmiş olduğunu.

Yemek yediğim tabakların deseni neydi acaba? Güneş niçin doğuyordu? Dağlar neden vardı? Neden yağmur bulutlardan gelirdi? Bu liste uzadıkça dehşetle memnuniyetin kesiştiği noktaya raptediliyorum. “Bunca şeyi düşünmeden, bilmeden, bakıp da görmeden bu yaşa gelmiş olamazdım” dehşeti ve “ölmeden farkettim” memnuniyeti.

Sonra bütün bunları aslında biliyor olduğumu söyledim kendime. Bilmiyor olamazdım; zira ben doğdum doğalı güneşin, resmin, yağmurun ve etrafımdaki herşeyin olduğu bir dünyada yaşıyordum. Senelerdir birlikte olduğum şeyi bilirdim elbet. Her zaman gözümün önündeydiler.

Alışmıştım.

Ya da... Alışkanlığın oyununa gelmiştim.

Zamanla yabancı eşyaya benim demiş, sahip olmuş, alışmıştım. Ve bu alışmanın adını “bilmek” koyup, sorularımı tüketmiş, keşiflerimi durdurmuş, merakımı öldürmüş ya da lüzumsuz şeylere sarfetmiştim.

Alışkanlık, dikkatimin, taharrimin, arayışımın eline kelepçe vuruyordu. En harikulâde eşyaları, fikirleri, hakikatleri basitleştiren, bu alışkanlıktı. Yeni aldığımız bir tablonun manzarasını evimizdekinden farksız kılan, yeni koltuğumuzu bir süre sonra eskisine eş tutan, eski bir dostu bir film karesi gibi donuk bir görüntü yapan bir iksirdi “alışmak”.

Ev sahiplerimin, beni iyi tanımadıkları halde kalmam için ısrar edişlerini daha iyi anlayabiliyordum. Bana alışıktılar. Alışkanlıkları, olabilecek değişikliğe ters baktırıyor ve onları ısrarcı yapıyordu. Benim yokluğum gözleri için bir eksik, konuşmaları için bir eksik, tebessümleri için bir eksikti. Bu eksik eksik olsun diye ben vardım. Yokluğum yok olsun diye.

Bu alışkanlık, dikkatimin, taharrimin, arayışımın eline kelepçe vuruyordu. En harikulâde eşyaları, fikirleri, hakikatleri basitleştiren, bu alışkanlıktı.

Yeni aldığımız bir tablonun manzarasını evimizdekinden farksız kılan, yeni koltuğumuzu bir süre sonra eskisine eş tutan, eski bir dostu bir film karesi gibi donuk bir görüntü yapan bir iksirdi “alışmak”.

“Şeyler”, ilk sahip oldukları teveccühün devamı için olmadık şeyler yapmalıydı. Meselâ; tekrar dikkatleri üzerine çekmesi için, koltuğumuzun yayı fırlamalıydı ya da arkadaşımız olmadık hareketler yapmalıydı. Denizde fırtına kopmalı, gökyüzünde şimşekler çakmalı ve alışkanlık perdesini yırtmalıydılar. Aksi takdirde, keşfe sebep birşey bulamayacaktık.

Farkettim ki; benim için eşyaya, etrafımdakilere bu şekilde bakmak da bir alışkanlık olmuş. Alışmaya alışmışım.

Nasıl ki kalemime, odama, evime, bahçeme, bulutlara alışmışım; baktığım zaman görmemek de alışkanlık olmuş.

Bakınca görme, tanıma, keşfetme damarlarımın suyu çekilmiş âdeta. Keşif lezzeti alışkanlıkla kaybolmuş, eşyayı ve onun hakikatini bilme merakım, komşunun neler yapıyor olduğu merakına inkılâb etmiş.

Bu noktada hislerimin, hakkı olan bazı lezzetleri geri istediklerini anlıyorum.

Gözüm, bahçemdeki ağacı ayrıntılarıyla görmek istiyor.

Kulağım, serçe ile kumrunun ötüşünü ayırd edebilmenin lezzetini arıyor.

Kalbim, güzelin ve güzelliğin inceliklerine nüfuz etmeyi arzuluyor.

Aklım, sebep-sonuç ilişkilerini netleştirmek istiyor.

Hislerimin asıl mecraına iadesini istiyorum. Ve çözüm için istediğim çareyi “Risale”de buluyorum.

Çare: “Kuvvetli, tefekkürî bir ameliyat”(1) diyor Bediüzzaman. “Nasıl”ını ise, şöyle söylüyor:

“Öyle bir tefekkür yap ki, güya sen başka bir âlemden bu âlemimize gelmişsin de, hiçbir şeye karşı ülfet perdesi seni taaccüb ve istihsandan alıkoymuyor.”(2)


(1) 27. Söz’ün Zeyli, s. 459, son paragraf.

(2) Mesnevî-i Nûriye, (Envar neşri), s. 249.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Sabri Doğan




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut