Arşiv

 Evrim Cephesinde Yeni Bir Şey Var

JOHN CAİRNS bir moleküler biyolog ve evrime inanıyor. Çalışma arkadaşı Barry Hall de Darwin’e saygıda kusur etmiyor. Ne ki bu “iyi” yanları onları Darwincilerin ve NeoDarwincilerin düşmanca bakışlarından kurtaramıyor. Cairns ve Hall suçlular.

Suçları, şu geleneksel senaryonun bir yerine getirdikleri küçük bir itiraz: NeoDarwincilere göre, tüm türler genlerin rastgele mutasyonları ile evrimleşir. Bu rastgele mutasyonlar özellikle yiyecek bulmada, düşmanlarından kaçmada ve yeni oğullar vermede daha yetenekli canlı bireyleri çıkardığında, kuşaklar sonra bu yetenekli bireyler aynı tür içindeki diğer bireylerin yerini alır, hatta tümüyle yeni bir tür bile oluşturabilirler.

Cairns ve Hall, ard arda yaptıkları çok sayıda deneye dayanarak, bu senaryodaki rastgelelik’e karşı çıktılar. Meselâ, deneylerinden birinde, laktoz şekerini sindiremeyen bir bakteri topluluğunu alıp, yiyecek olarak yalnızca laktoz içeren bir ortama koyarlar. Başında, bekledikleri gibi, bakteriler yiyecek birşey bulamadıkları için çoğalamazlar. Ancak birkaç gün sonra, aynı ortamda çok sayıda, ama bu defa laktozu sindirebilen yeni bakteriler görürler. Ve buna bakterilerin genetik zincirinin birden fazla yerinde ortaya çıkan yeni değişikliklerin, yani mutasyonların eşlik ettiğini anlarlar. Ancak yeni mutasyonlu bakterilerin sayısı o kadar çok olunca, bunun “yalnızca rastgele mutasyonlarla açıklanamaz” olduğuna hükmederler. Sonuç: “Sanki, içeride bir moleküler bestekâr var ve hücrelerin çevresel zaruretlere ve ihtiyaçlara göre yeni davranışlar üretmelerini sağlıyor.”

Cairns ve Hall araştırmalarını, 1988’de Nature’da ilk yayınladıklarında kıyamet kopmuş; tüm evrimci biyologlarda korku ve nefrete yol açmışlar. Hatta, laboratuvar kontrollerini daha da sıkılaştırmaları ve bir an önce NeoDarwinci yoruma dokunmayan yeni bir senaryo önermeleri yolunda ültimatomlar bile almışlar. Tüm bunlara karşılık, Cairns, hiçbir fikrî taviz veremeyeceğini belirterek ekliyor: “Artık evrimin yalnızca rastgele mutasyonlarla olduğu ve başka hiçbir şeyin işe karışmadığında ısrar etmek, en azından prensipte, tümüyle yersiz.”

Cairns ve Hall bu konuda yalnız değil, hatta ilk bile değiller. Altmışlı yıllarda sesini yükseltmiş, ancak o gün bugündür NeoDarwinizmin ağır baskısı altında susagelmiş bir İngiliz bilim adamının, James Lovelock’un “Gaia” adını verdiği alternatif teorisini, böylece tekrar gündeme getirmişler. Gaia teorisine göre, yaşayan canlılar yalnızca fiziksel şartlara uymak zorunda olan pasif yolcular değil, kendi dünyalarının düzenlenmesinde birer aktif, enerjetik katılımcıdırlar. Gaia’nın alternatif yanı işte burası, yani hayat ve fiziksel şartları, canlıları ve dış dünyayı bir bütün olarak görmesi; Lovelock’un öğrencisi mikrobiyolog Lynn Margulis’in ifadesiyle, “organizmaların kendi aralarında ve çevresiyle işbirliği içinde davranmalarını öngörüyor” olması. Buna göre, çevresini kendi nesli için yaşanabilir tutabilen canlılar —Darwinizmin dediği gibi, çevre şartlarının hayatta kalmasına izin verdiği canlılar değil— hayatta kalır.

Ne çare ki, asla bir yaratılışçı sanılmamalarını özellikle vurgulamalarına rağmen, ve de hâlâ materyalist bilimin yorumunu aşamamış olmalarına rağmen, bu kadarı bile Lovelock ve Margulis’i “bir başka isim altında da olsa, Allah’ın kudret elinin dünyanın kaderini belirlediğini ima etmek”le suçlanmaktan kurtaramamış. Ne de olsa, Gaia, NeoDarwinci dünyanın yerine, bir işbirliği ve yardımlaşma küresi koyuyor çünkü. Oysa, sıra dindarlığa geldiğinde John Cairns’e göre, asıl NeoDarwincilerin kimseden geri kalır yanları yok. “Kendilerini bir dini savunmakla görevli Haçlılar gibi görüyorlar” diyor Cairns. “Ne pahasına olursa olsun, sadece savunuyorlar. Ancak, dünya onların çemberini kıracak.”

Kendi yaklaşımlarının hiç olmazsa önyargıdan uzak olduğunu vurgularken, Barry Hall hatırlatıyor: “Biyoloji bir deneysel bilimdir, teorik değil. Bizim işimiz kainatın nasıl işlediği konusunda sorular sormaktır, kehanette bulunmak değil.”

HAYAT NEDİR?: Top biyologlarda

Chris Langton bir “yapay-zekacı”. Yani kompüterle insan zekasının tam bir benzerini yapmayı ve çalıştırmayı tasarlayanlardan. Ancak Langton işi daha da ileri götürüp, henüz çoğu yapay zekacının elinin boş olmasına aldırmadan aynı şekilde bir “yapay-canlı” yapıp yaşatmayı tasarlıyor. Tabiî ki şimdilik eli boş. Ancak, yine de bir tesellisi var Langton’un. Kompüterde “biyologların canlı saymayacağı birşey yapamasak bile, onları ‘hayat’ derken neyi kastettikleri konusunda daha dikkatli olmaya zorlayarak bir ilerleme kaydetmiş sayılırız” diyor. “Sözgelişi gidin bir biyologa sorun hayatı, size hemen yaşayan birşeyin sahip olması gerekli uzun bir liste verecektir: üremek, metabolize etmek, zamanda ve mekanda bir kalıba sahip olmak, karmaşık bir organizasyonu olması… gibi.” “Ama” diyor Langton, “tüm bunlar birer davranış. Hiçbiri canlının fiziksel özellikleri ile bağlantılı değil. Öyle görünüyor ki, biyologlar hayatın içinde başka birşeyin daha olması gerektiğini söylecekler. Bu listeye yeni birşey daha ekleyecekler.”

AKILLIYSAK, AKILCI OLAMAYIZ

“Bugünkü sıkıntılarımızın ve bilim adına dogmatik tutumlarımızın kaynağı insan aklının yanlış bir yere konumlandırılmasıdır. İnsan aklı elbette insan hayatına tutarlılık kazandıran son derece önemli bir unsurdur, ancak bir araçtır.

“…Bilimsel birikimlerimiz nihaî belirleyici yapılıyorsa, bunun gerisinde bilimi bir bilgi edinme aracı olarak değil, bir değer kaynağı olarak görmek vardır. İşte bu akıllıca olmayan bir inançtır. Klasik bilimdeki determinizm fikri, mutlak bilgi anlayışına götürürek, bizi hoşgörüsüzlüğe ve en sonunda saldırganlığa sürükledi. Bana kalırsa, sınırlı bir akıl gerçeğe daha yakındır. Ama kabul etmek zor olmalı ki, insanın aklının sınırlılığına dayanan yeni fizik teorileri —kuantum mekaniği ve tek yönlü zaman kavramı gibi— kolay kolay hazmedilemiyor. Klasik bilimde, bilim adamı herşeyi bilen, her zaman, her yerde en iyisini yapan bir süpermendi. Eğer akıllıysak, çok çeşitli, çok geniş bir dünyada sınırlı bir akılla yaşadığımızı kabul etmeliyiz.”

İlya Prigogine

—Order Out of Chaos’dan.

PAUL DAVIES: “Tesadüfen burada değiliz”

“Bilim yapıyor olma yeteneğinin ‘bir hayatta kalma kavgası içinde’ insanın işine yarar bir yanını görmek zor.”

Ünlü fizik matematikçisi Paul Davies, Omni’ye geçtiğimiz Şubat ayında basılan yeni kitabı Mind of God hakkında yazarken, evrim teorisine kalırsa, onca kanunları, bilebiliyor olmanın ve bilmenin insanın bir canlı olarak hayatta kalması için illa da gerekli olmadığını, lüks sayılabileceğini böylece hatırlattıktan sonra bunun cevabını arıyor: “Bana öyle geliyor ki,” diyor, “kanunları bilebiliyor olmamız, kainatta akıllı bir varlık olarak varolmamızın bir tesadüf, bir kaza değil, tabiatın işleyişinin bir temel gereği olduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle, kendi varlığımız kainatın varlığı ile çok derinden derine ilişkili. …Yani insanın akıllı bir varlık olarak ortaya çıkacağı, bir zamanlar, bir yerlerde kainatın temel kanunlarına işlenmişti.”” Bunun için en büyük delilinin matematiğin kainatın en ince yapılarına kadar nüfuz edip, en ince ayrıntıları bile kavrıyor oluşu olduğunu belirten Davies, “Ancak, matematik de sonuçta insan aklının bir ürünüdür” diye sürdürüyor. “Aklın en yüksek işlevleri tarafından tasarlanmış birşeyin —matematik— fiziksel gerçekliğin en temel ve en ilkel düzeyinde böylesine kolayca uygulanıyor olması ne kadar gariptir. Biyolojik evrim, matematik gibi, biyolojik rekabette hiçbir avantajı olmayan, ancak atomlara ve karadeliklere uygulanabilen bir yeteneği niye seçmiş olsun ki?”

“Bilimin işliyor oluşunun, biz insanların kainatın işlediği gizli kanunları biliyor oluşumuzun, bana göre çok derin anlamı olmalı” diyor Davies. “Darwinci anlamda tesadüfler insanın yeteneklerine ne türden anlamsızlıklar atfederse etsin, akıllı birer varlık olarak varolmamızın hiçbir tesadüfî sıradanlığı yoktur. İnanıyorum ki, biz matematiksel bir iç tutarlılıkla yapılmış kainatın kaçınılmaz sonuçlarıyız.”

“İdareye karışmaktan kaçınmak…”

Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.”

Bir lâhikasında bu hükmü sunan Bediüzzaman Said Nursî, devamla bunun açıklamasını da sunar. “Şimdiki fırtınalı asır”a dikkat çeker. Bu asırdaki “fırtına”nın da sebebi olarak, bilhassa dört hususu zikreder: (1) gaddar medeniyetten gelen hodgâmlık (2) yine ondan doğan “asabiyet-i unsuriye,” yani milliyetçilik; (3) umumî harpten gelen askerî istibdatlar; (4) dalaletten çıkan merhametsizlik. Bu dört unsurun, birleşerek, ne kadar büyük ve şiddetli zulümlere ve istibdatlara yol açtığına işaret eden Bediüzzaman, şu sonuca varır: “Ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlûb kalacak.”

Zira onun tesbiti ve de hadiselerin tasdikiyle, böylesi bir hissiyatla hareket eden insanların bir-iki adamın hatasıyla ilgili-ilgisiz yirmi-otuz adamı vurup perişan ettiği görülmüştür. Ehl-i hakkın önünde, iki şık vardır. Ya kendi hak ve adalet yolunda yalnız orayı (zulüm görülen noktayı ve zâlimi) vurur. Aynı esnada, ehl-i hak olmayan düşmanları ise, ehl-i haktan otuz kişiyi haksız yere zayi ettirmiş olacaktır. Sonuçta, ehl-i hak, hak ve adalet yolunda “otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır.” İkinci şıkta ise, ehl-i hak, hak ve adalet çizgisinden sapar, “mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesi” ile misillemeye girişir; o dahi “bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezer.” Ne ki bu durum, onu “ehl-i hak” olmaktan çıkarır. Olsa olsa “hak namına dehşetli bir haksızlık” edilmiş olur.

Said Nursî’nin, bu tahlilin ışığında vardığı sonuç şudur: “İşte Kur’ân’ın emriyle gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur.”

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut