Arşiv

 Bilim Allahı Tanıyor

“HERKES SERÜVEN hikayelerini sever.

İşte, bütün zamanların en büyük serüvenlerinden biri de,

şimdi temel fiziğin—ve bütün bilimlerin—

alacakaranlık dünyasında yaşanıyor.

Bu serüvenin kahramanları, ilim adamları. Peşinde koştukları şey de,

hayallerin bile erişemediği değere sahip bir büyük ödül:

kâinatın kilitli kapılarının anahtarı.”

—Paul Davies

İŞTE BU YAZI, o nefes kesici serüvenin özetidir. Ve işte şu iki çift söz, o serüvenin gelişme çizgisini gösterir:

Sene 1879, biyolog Charles Darwin:

“Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını iddia ettiğimiz gibi, bir midye kabuğundaki mafsalın harikulâde akıl sahibi bir varlık tarafından yapılmış olduğunu iddia edemeyiz.”

Sene 1943, fizikçi Erwin Schrödinger:

“Şu bir gerçektir ki, tek bir çark dişi—siz isterseniz bir kapı menteşesi deyin—kaba bir insan yapısı değil, ama ancak Rabbimizin mükemmel bir şaheseridir.”

Garip. Topu topuna yarım asır arayla, iki bilim adamı, bilim adına birbirine bu kadar zıt iki çift söz etmişlerdir.

Bu sözlerin ikisi birden doğru olamaz. Sadece biri doğrudur. Ama yanlış hangisidir? İki sözden birisi aktır, peki hangisi karadır?

Bize sorarsanız, ikincisi!

Zira, son asırda, gözle görülen âlemde derinleşip atom için dünyalara, galaksiler arası uzayın derinliklerine dalan; dev teleskoplar, elektron mikroskopları ve atom içi partikülleri tanımak için kurulan dev akseleratörler ile ‘âlem içinde âlemler’i gezen, gören nice bilim adamı, bilim dünyasına herşeye hükmeden bir Yaratıcının haberini getirdiler.

İlmiyle Allah’ı tanıyan bu bilim adamları da, inkârcı bilim adamları da bilim adına konuşuyor. Yoksa böylesi bir tezat bilimin özünde mi var? Veyahut...

1980 Nobel tıp ödülü sahibi nörofizyolog Roger Sperry, 1983’te verdiği bir söyleşide böylesi bir soruyu keser ve şöyle der: “Onlar, meselâ Darwin, bilimi materyalizmin yorumu olarak kabullenmiştir.” Oysa, “bilimin kendisi materyalizmle çatışır.”

Yani, aslında bilimi inkârcılığın kalesi olarak kullanan bilim adamları, öncelikle inkârcıdırlar ve bilimi inkârlarına âlet etmek istemişlerdir.

Şimdilerde, düne kadar materyalizme inanmış bilim adamlarının esiri olan, 1933 Nobel fizik ödülü sahibi Schrödinger’in ifadesiyle, ‘mâlûm materyalizmin ıztırabını tekrar tekrar çeken’ bilim, zincirleri yavaş yavaş kırıyor gibi. Yarın, belki de, nörofizyolog Karl Pribiam’ın “torunları—ve bizim çocuklarımız—burunları bir karış havada inançsız bilim adamlarına rastgelmeyecekler.”

KAPILARARALANIRKEN

Çünkü, ‘kâinatın kilitli kapıları’ hafiften aralanıyor gibi...

O aralıktan süzülen ışık huzmeleri, daha şimdiden pek çok bilim adamının dünyasını ışıtır oldu bile.

Hangi zincirlerden söz ediyoruz?

İşte biri: “Madde yoktan var olmaz, var yok olmaz. Dolayısıyla madde ezelîdir, kâinatın başlangıcı yoktur, o doğmamıştır ve yok olmayacaktır.” Bir başkası: “Her sonucun mutlaka sebebi vardır.” Yani, her zaman, her yerde, her olayda mekanik sebep-sonuç zinciri işler; sebeple sonucun birlikte ‘yaratılışı’ değil, ‘oluş’ vardır.

Dün astronomiden biyolojiye her bir bilim sahasında top oynayan bu hükümleri bugün ileri süren herhangi biri, sıklıkla “Acaba?”yla mukabele görüyor.

Bilimin gördüğü, gören gözlere de gösterdiği kâinat tablosu hayli değişti çünkü. Bugünkü bilim adamlarının gözünde kâinat dev bir ‘devr-i daim’ makinesini andırmadığı gibi, bir sebep-sonuç halkasıyla da işlemiyor.

Halbuki, Newton’ı düne kadar ‘asırların en büyüğü’ yapan, böylesi bir anlayıştı. Vâkıa, Newton halefleri gibi dinsiz biri değildi; ama Allah’a, kudretini sadece kâinatın başlangıcında göstermiş, daha sonra devreden çıkarmış bir ‘İlk Muharrik’ olarak inanıyordu. Bu ‘İlk Muharrik’ kâinatı en başından yaratmış, kanunlarını koymuştu. Bu kâinat makinesi, o zamandan beridir, sebep-sonuç kanunlarıyla kendi kendine işleyip duruyordu.

Sonrakiler bu kâinat tablosunu aldılar ve o ‘İlk Muharrik’i dahi defterden silerek kabul ettiler. Gerçi Yaratıcıya inanan bilim adamlarının nesli hepten tükenmiş değildi, ama hâkim olan inançsızlar oldu. Yaratılışın yerini ‘oluş,’ Yaratanın yerini ‘maddenin ezeliyeti’ fikri aldı ve Newton’ın tahtının hemen yanına Darwin oturdu. Tablodaki boşluklar, ‘evrim’in fırça darbeleriyle dolduruldu.

Kâinat bir düzenin değil, düzensizliğin, tesadüflerin eseridir artık. Dünya, ‘uzayın ölçülemez derinliğinde, önemsemeye değmez bir galaksinin ucundaki küçücük bir yıldızın minik bir gezegeni’dir. Tabiat uyumsuzluk, çirkinlik, mücadele, asalaklık, işe yaramaz organlar, anlamsız acılar, sancılar ile dolu bir vahşet yeridir. İnsan ise, ‘vücudun ve beynin faaliyetlerinin toplamı’dır.

Kısacası, materyalizmin bilim dünyasında kök salması ile kâinat ve dünya kararmış, hayat anlamsızlaşmış, insan silikleşmiş, herşey adi bir maddî görünüşe dönüşmüştür.

Tâ ki, yirminci asır içinde, bilim materyalist yorumu içinde ezeliyet verdiği maddenin gitgide daha da derinine indiğinde, beklemediği, materyalist yorumu için ölümcül olan darbelere peşpeşe muhatap olana kadar.

Yirminci asırda bilim, en azından bir önceki asırda olduğu kadar materyalizmin, inkârın, inançsızlığın oyuncağı olmadı. Bilakis, onu kökünden sarsan, temelinden yıkan gelişmelerin de sahnesi oldu.

Nasıl mı?

• Big Bang ile maddenin ezeliyeti fikri sarsıldı;

• Kara deliklerin keşfiyle “Madde yok olmaz” fikri yok oluşa doğru yol aldı;

• Atom içi âlemlerde maddenin silikleştiğini, herşeyin ‘kendi zâtında var-yok arası dalgalanmalar’a dönüştüğünü ortaya koyan ‘kuantum’un keşfiyle, ayrıca bu ‘kuantum’lar âleminde hiçbir şeyin önceden kestirilemeyeceğini öngören ‘belirsizlik prensibi’ ile sebep-sonuç zinciri kırıldı.

İşte bu yüzden, Timothy Ferris’in ‘kâinatın sınırını arayışı’ anlatan The Red Limit’te yazdığı gibi, “ancak gördüğünü kabul etme ve sebep-sonuç zinciri kavramları çökmüştür.” “Bir sebep-sonuç açıklaması, artık tarafımızca—biz bilim adamlarınca—asla kabul görmeyecektir” der Ferris. Superforce yazarı fizikçi Paul Davies ise, bu gelişmeleri şöyle özetler:

“Fiziksel dünyanın temelini oluşturan katı birimler, bir bir eridi, hepsinin yerini mistik bir okyanusun var-yok arası dalgalanmaları aldı. Yeni fiziğin bu mistik yönelişi, çoğu insanın zihninde felsefî ve dinî dönüşümler başlattı; hepsi bu keşifleri, halihazır modern teknoloji toplumunun temeli olan materyalist, katı dünyadan bir silkinme olarak gördüler.”

Böyle olması da gayet normal. E. Squirer’a göre:

“Yakın çevremizde gördüğümüz bariz kast ve plan delillerinden, kâinatın başlangıcında da planlama ve irade olduğu inancına geçmemiz, gayet normal bir adım.”

Bu adım, Big Bang zemini üstünde atılmıştır. NASA’nın Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Jastrow, God and the Astronomers’ında (Allah ve Astronomlar) bazı inkârcı astronom, fizikçi, kozmolog, kimyacı v.s.’ler “Garip bir şekilde buna karşı çıktılar. Kızdılar, anlamsız ifadelerle üstüne sünger çektiler, ama” der, “bilim, Big Bang teorisiyle dünyanın ezelî olması gereken bir Gücün eseri olarak meydana geldiğini ispatladı.” Paul Davies’in yorumu da şöyledir: “Artık kâinatın başlangıcını tam bir yokluğa, tam bir hiçliğe komşu edebiliyoruz. Hiçbir bilimsel problem, herşeyin bu hiçlikten nasıl meydana geldiği sorusu kadar temel olabilir mi? Bu kâinattan münezzeh [yaratık olmayan] Biri olmaksızın gerçekleşebilir mi?”

Davies, “Çağımızın en önemli keşfi, yaşadığımız kâinatın ezeliyyen var olmadığı gerçeğidir” der ve kendi sorusunu cevaplandırır:

“Dolayısıyla, bilim, ‘Kâinat nasıl var oldu? Niye böyle, bu haliyle yaratıldı?’ gibi, bu zamana kadar karşılaşmadığı dev sorularla yüzyüze geldi. Asırlarca insanlık yokluktan hiçbir şey meydana gelemez sanmıştı. Ama bugün herşeyin bir hiçlikten meydana geldiğini biliyoruz. Big Bang, yalnızca ilâhî bir veri, sebep-sonuç zincirinin işlemediği bir olay olarak anlaşılabilir.”

“Sebep-sonuç zincirinin işlemediği bir olay.” Robert Jastrow, bu nokta üzerinde durup şu hükme varır: “Bu haliyle Big Bang, ‘Her sonucun, her neticenin bir sebebi vardır’ temel düsturuna ters düşüyor, uyuşmuyor. Ve şimdi, en büyük netice olan kâinatın doğuşu determinist modern bilimin bu düsturunu bozuyor, çürütüyor.” Davies’in ilâvesiyle, “Asırlık ‘Hiçten birşey yaratılmaz’ inancı da yıkılmıştır.”

MADDEERİYOR!

Evet, Big Bang ile maddenin ezeliyeti fikri yıkılmış; ‘oluş’ yerini ‘yaratılış’a bırakmış, bilhassa 19. asırda terk edilen Allah inancına tekrar dönülmüştür. Fakat bu, Newton’ın ‘İlk Muharrik’ olarak kabul ettiği bir Yaratıcı değil; kâinata her an müdahale eden, ‘her an yaratan’ bir Allah’tır. Bu noktada, Big Bang’in, materyalizmin bağrında açtığı gediği kuantum mekaniği büsbütün genişletmektedir.

Yirminci yüzyılın fiziğinde, atom nötron, proton ve elektrondan oluşan, davranışı sebep-sonuç zinciriyle izah edilebilir bir temel parçacık olmaktan çıkmıştır. Lepton, gluon, kuark, graviton, W+, W-, Z° gibi yeni yeni alt parçacıkların keşfi ile derinleşen ve bütün kâinatın temellendiği bu âlem, daimî dalgalanmaların yaşandığı bir mahiyet taşımaktadır. Fizikçi Dr. Yamina Bouguenaya’nın belirttiği gibi, kuantum mekaniğinin âleminde “parçacıklar sadece hareket ediyor değildir, aynı zamanda kendileri de hareketten ibarettir. Yani, maddenin varlığı ve maddenin hareketi birbirinden ayrılmaz. Her ikisi de aynı mekân-zaman gerçeğinin farklı cephelerinden ibarettir.” Bu noktadan bakıldığında, daimî geliş-gidişler, daimî yaratılıp-yok edilişler yaşanmaktadır. “Kâinatın temelinde devamlı bir yaratılış-yok ediliş sözkonusu olduğuna göre” der Bouguenaya, “kâinat başlangıçta yaratılmış ve daha sonra yaratılış olayı durmuş değildir; her an devam eden bir yaratılış olayı vardır.”

Nobel sahibi kimyacı İlya Prigogine, bu gerçeği, “Zaman, yaratılıştır” diye özetler. ‘Kara delikler’in isim babası, doksan küsur yaşıyla kuantum fiziğinin yaşayan en büyük ismi olarak bilinen John Archibald Wheeler’in tesbitiyle, bu gözle bakılınca, ‘Big Bang’de meydana gelen temel süreçlerin milyar kere milyarcası bütün zaman boyunca, gözlerimiz önünde, bizler işin farkında olmadan’ devam etmektedir. Wheeler, ‘mütemadiyen Big Bang’lerle doğan ve yok olan kâinatlar’ tablosu çizer ve “Yaratılış hadisesi, gözümüzün önünde, durmaksızın devam mı ediyor?” diye sorar. “Zamanımızın bütün soruları içinde bundan daha derin, daha heyecan verici, idrâkimizde daha belirgin ilerleme temin eden, daha mânidar bir başka soru aklıma gelmiyor.” Paul Davies, bu en anlamlı sorunun ilim dünyasındaki akislerini şöyle tesbit eder: “Zamanı yaratan bir Allah kavramı, O’nun kâinatı ‘her an elinde tutarak’ yarattığını gösterir. Kâinatı sadece başlatıp bırakan bir Allah anlayışı yerine, her an yaratan bir Allah anlayışını getirir. Böylece ‘İlk Muharrik’ mânâsında ele alınan eski Yaratıcı anlayışı, zamanın da yaratıldığını anlamamızla, yerini kâinata her an müdahale eden, her olayda hâzır ve nâzır bir Yaratıcı anlayışına bıraktı.”

Bouguenaya’nın yorumu ise şöyledir:

“Buna göre, Yaratıcı, kâinat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinatın yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî tarifiyle Kayyum bir Yaratıcı olmalıdır. Allah mütemadiyen, hiç duraksamaksızın kâinatı—kâinatları—yaratır. Doğrudan doğruya; hiçbir aracı olmadan.”

Özetlersek:

• Big Bang’ın gözler önüne serdiği gibi, kâinatın Yaratıcısı vardır. Kâinat kendiliğinden olagelmiş değil, bir Yaratıcı tarafından yaratılmıştır.

• Allah kâinatı yaratıp de bırakmış değildir. Atom içi âlemlere inildikçe görülmüştür ki, Allah ‘zerre’ye her an hükmederek, kâinatı her an yaratır. Bu mânâda sabit bir kâinat yoktur; ‘daimî yaratılış ile tazelenen kâinatlar’ vardır.

• Kâinat yaratılmıştır. Kâinat, yani herşey, her an yaratılır. Ve herşey herşeyle bağlı olarak yaratılır.

Bu son noktaya, God and the New Physics’inde (Allah ve Yeni Fizik) şöyle paragraf açar Davies:

“Kâinatın temelini teşkil eden atomlara katı bir varlık vermeden önce, kâinatın bütününe ihtiyaç duyarız. Hangisi önce gelir? Atom mu, kâinat mı? Cevap, hiçbiri. Küçük-büyük, basit-karmaşık, kozmik-atomik herşey, karşılıklı birbirine muhtaç ve bir gerçeğin ayrılmaz birer parçasıdır. Biri birisiz olmaz. Kâinat, temelinde derin bir birlik, yekparelik saklar. İşte bu yekparelik, bize herşey olmadan hiçbir şeyin olamayacağını söyler.”

BİRLİĞEYÖNELİŞ

Aslında bu gerçek, Batı dünyasında geçen asırda dile gelmiştir. Ama bir ilim adamınca değil, bir şair tarafından ifade edilmiştir:

“Herşey

Uzak ya da yakın

Birbirine bağlanmış

Gizlice, ölümsüz bir El tarafından

Tek bir çiçeği bile koparamazsın

Bir yıldızı yerinden oynatmadan.”

Francis Thompson, bu mısraları, ilhamını vahiyden alarak terennüm eder. Bu gerçeği anlamak, ‘küçüğün büyüklere, basit şeylerin karmaşık şeylere bağlandığını görmek,’ Paul Davies gibi bilim adamlarında da ‘büyük bir hayranlık uyandırıyor.’ “Zira bu, dünyanın bütün dinlerinin paylaştığı bir birlik anlayışını fısıldar.”

Bu ‘fısıltı’yı, David Bohm, “Kuantum mekaniği, birbirinden çok uzak şeylerin sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlandığını ortaya çıkarmıştır. Herşey herşeyle bağlıdır” diye özetler. Aynı hüküm, benzer ifadelerle John A. Wheeler’ın da dilindedir: “Kuantum teorisi gösteriyor ki, herşey herşeyle bağlıdır.”

Ve şimdi, bilim dünyasının en büyük hülyası, bu birliği, semavî dinlerin haber veregeldiği bu birliği ‘tarif eden formülü yazmak.’ Yani, Weinberg-Selâm-Glashow modeli ile inşasına başlanan ‘büyük birleşme teorisi’ni tamamlamak. Niye? Fizikçi James Trefil’in tesbitiyle, “Onlar, kâinattaki bütün etkileşimleri idare eden tek bir Varlığı tanımak ümidindedirler.”

Bu ümit gerçek olacak mı?

Cevabı Wheeler veriyor:

“Bir gün gelecek, bütün eşyayı tek, harikulâde bir görüntü içinde anlayacağız. Bu görüntü öylesine sade, öylesine güzel olacak ki, hepimiz birbirimize ‘Ah, biz ne aptalmışız! Nasıl oldu da bunu bu kadar zaman anlayamadık. Başka türlüsü olamazdı herhalde’ diyeceğiz.”

O gün, kâinat yekpare bir gerçek halini alacak. Bilim adamları da, pirenin midesinden güneş sistemine, sivrisineğin gözünden Samanyoluna, bahçelerden galaksilere herşeyi birbirine bağlayan, her an beraberce yaratan bir Allah’ın gücünün, kudretinin, ilminin, hükmünün, nakşının... sonsuzluğu karşısında huşû ile eğilecekler.

Erwin Schrödinger’in, bu yazının başında yer alan sözü, işte böylesi bir bakış açısıyla gerçek ifadesini bulur. Bir daha tekrarlarsak, “Tek bir çark dişi bile, kaba bir insan yapısı değil, ama ancak Rabbimizin kuantum mekaniği esaslarıyla gerçekleşen en mükemmel bir şaheseridir.” Herşeyle beraber ona; onu teşkil eden atomlara hükmü, iradesi, kudreti geçen bir Allah olmasa, bırakın bütün kâinatı, bir çark dişi dahi kâinat kadar imkânsız olacaktır.

İşte bunun için biyolog W. H. Thorpe, “Tabiatın düzeni, şekli, yapısı ve devamlılığı, tamamıyla Allah’ın yaratışına ve iradesine bağlıdır” der. İnkârdan imana erişen Louis Pasteur, işte bunun için, ‘dünyanın her yerinde sonsuzluk kavramının kaçınılmaz ifadelerini’ görür. “Allah’a iman, böyle bir sonsuzluk fikrini taşır. Bilimin ve sanatın idealleri, bu sonsuzluğun akisleriyle aydınlanır.”

Yaratılan, her an yaratılan, herşey herşeye bağlı olarak yaratılan kâinattaki her bir varlık, bu göz ile bakıldığında, bambaşka bir mânâ kazanır. Atomdan galaksilere, enzimlerden insan vücuduna kadar herşey, ama herşey, karmaşık ama düzenli, intizamlı, çok çeşitli ama birlik içinde; parça parça ama yekvücut görüntüsü ile, Yaratanın vasıflarını bildirir. Hepsi, bir ağızdan Yaratanı bildirir ve aynı zamanda tesadüfü, şirki, tabiatı, hayatı kör tesadüfler ile açıklayan evrimci anlayışı tard eder.

Nitekim, İngiliz Jeoloji Derneği başkan yardımcısı Jim Brooks, The Origin of Life’ında (Hayatın Menşei), enzimler, DNA gibi kompleks moleküler yapıların tesadüfen, şans eseri var olduğunu düşünmenin imkânsızlığını gözler önüne serer. Bir evrimci, antropolog Stephen Jay Gould dahi, kâinatta var olan mükemmel dizaynların evrimci zihniyeti sarstığını itiraf eder. “Onlar, evrim teorisinin değil, kemal sahibi, herşeyi mükemmel yaratan bir Yaratıcının delilidirler.” Harvard Üniversitesinden genetikçi Richard Lewontin’in ifadesiyle, “Dikkatlice, sanatkârane tanzim edilmiş bu organizmalar hem Darwinizme meydan okurlar, hem de herşeyi tanzim eden bir Munazzıma işaret ederler.”

HERBİLİM

O’NDAN GELİR

O’NAGÖTÜRÜR

Bu anlayış ile, bilimler Allah’ı tanımanın bir yolu olarak beliriverir. Geçen asırlarda, Kepler ‘geometri ile,’ Galile ‘matematik alfabesi üzerine’ kâinat kitabını yazan bir Allah inancına ulaşmıştır. Her ne kadar sonradan bazılarınca mekanik/determinist bir kâinat anlayışına alet edilirse de, bu tesbitler ‘her bilim dalının Allah‘ın bir ismine dayandığı’ hükmünün tasdikçisiydi belki de. Şimdilerde ise, E. Squirer gibi bir bilim adamı, ‘Allah’ın şuurlu ilmiyle yapılan planlama ve iradenin neticesi doğan’ fizik ile meşguldür. Dolayısıyla, fizikteki her yeni gelişme, onun için, Allah’ın iradesini biraz daha anlamanın ifadesidir. Rus fizikçi Alexander Polyakov, aynı mantığı matematik üstüne kurar. “Biliyoruz ki, tabiat mümkün olan en mükemmel metematik ile nazmedilmiş, düzenlenmiştir. Çünkü onu Allah yarattı” der. Onun için de, matematik, Allah’ın tam bir mükemmellikle, bir düzen ile ayrı ayrı nakışlarla yaratışını tanımanın yoludur.

Şöyle bir duralım ve bilimin ortaya koyduğu tesbitler ışığında ‘kâinat’ı yeni baştan değerlendirelim:

• Herşeyden önce, kâinatın bir başlangıcı vardır, yani kâinat yaratılmıştır. Onu yaratan Allah’tır.

• Kâinat bir defa yaratılıp da bırakılmış değildir; her an yaratılır. Onu yaratan Allah, kâinat üstünde devamlı kudretini gösteren, Kayyum bir Yaratıcıdır.

• Kâinatı, bütün zaman ve mekânı yaratmak, ancak zaman ve mekândan münezzeh olana mahsustur; Allah Ezel ve Ebed Sultanıdır.

• Kâinattaki hadde hesaba gelmez varlıklar, bir birliğe işaret ederler, yani onları yaratan Birdir, Vâhid’dir.

• O, birlik içinde hadsiz bir çeşitlilik ile yaratır; çünkü Ehad’dir, çokluğu birlik içinde yaratandır.

• Kâinatta bir noksanlık, çirkinlik yoktur, herşey en güzel şekilde yaratılır; Allah Cemîl’dir.

• Kâinatı bu şekilde yaratmak, ancak her bir zerreye, yani herşeye hükmü geçen bir Allah’a mahsustur; Allah Hâkim’dir.

• Herşeye hükmetmek, ancak herşeye gücü yeten bir sonsuz kudret sahibine mahsustur; O Kadîr’dir.

• Herşeye her an hükmedip kudretiyle var etmek, ancak gelmiş gelecek herşeyi bilen, hiçbir şey O’nun bilgisi dışında olmayan bir yaratıcıya mahsustur; Allah Alîm’dir.

Bilimin kâinattan getirdiği haberler ile, Allah’ın daha nice isim ve sıfatını böylece anlamak mümkün olamaz mı?

Böylesi bir kâinat tablosu içinde, kâinatta hayatın var olduğu şu dünya ile, topyekûn kâinatın bütünlüğü de ayan beyan belirir. Nitekim, astrofizikçi Freeman Dyson, hatıralarını anlattığı, ayrıca teknolojik ve endüstriyel gelişme beraberinde gelen tahribatı nazara verdiği The Disturbing Universe’ünde, “Kâinata baktığımızda ve bizim için, bizim faydamıza olacak şekilde çalışan fiziksel ve astronomik hadiseleri incelediğimizde” der, “sanki kâinat bizim gelişimizden haberdarmış gibi gözüküyor.”

Aynı noktaya işaretle, Paul Davies, “Şu yaşadığımız kâinat” diye söze başlar; “çok garip bir yer. Hızlı gelişmeler ve statik düzensizlikler, kâinatı hayat için sevimsiz hale getirebilir, ama... Bizler mi şanslıyız, yoksa bizim için en uygun yerde yaşadığımızı gösteren bazı derin işaretler mi bunlar? Dünya çok özel bir yer gerçekten” diye devam eder. Popüler bilim yazarı Jeanne Hopkins’in dediği gibi, “Hayat, hiç olmazsa bildiğimiz kadarıyla, kütle, sıcaklık, kimyevî terkipler ve diğer pek çok levazımatın hazır olmadığı bir gezegende teşekkül edip gelişemez. Burada olmamız gerçeği, zaman ve mekândan müteşekkil bu küçük köşemizde, bildiğimiz kadarıyla sadece bu küçük köşede, hayatı imkânsız kılacak bütün muhtemel tehlikelerin ortadan kaldırılmış olmasını gerektiriyor.”

Wheeler’ın düşünceleri de bu merkezdedir. Güneş ve gezegenlerin âhengine işaret ederek, bu âhengin ‘hayata imkân verecek şekilde, mükemmel olarak ayarlandığını’ söyler Wheeler. Davies’in de işaretlediği gibi, “Hayat, mekanik olarak çalışan bir kâinat içinde hasbelkader çıkmış birşey değildir. Kâinat denen mucizenin ayrılmaz bir parçasıdır.” NASA’dan astronom John Keefe’in tesbitiyle, “Eğer kâinat en mükemmel incelikle yapılmasaydı, biz asla vücuda gelemeyecektik. Benim açımdan bu şartlar gösteriyor ki, kâinat, içinde yaşayacak insanlar için yaratıldı.”

Şimdi de, R. Estling’i dinleyelim:

“Genelde kâinatın düzeni, bilhassa yeryüzü öyle hassas olarak insana göre ayarlanmıştır ki, verilecek hüküm kaçınılmaz olarak şudur: Kâinatı ve yeryüzünü bu şekilde bizi de düşünerek yaratan, nasıl bir isim takarsanız takın, Allah’tır. Ben ısrar ediyorum ki, bütün bunları, izahı hiçbir surette mümkün olmayan şans yapıyor demek, düşünülemeyecek kadar tesadüflere, sayılamayacak kadar mucizelere ihtiyaç gösterir.”

Bütün bu tesbitler, fizikçi Fikret Kortel’in de belirttiği gibi, bizi “Kâinat, hayatı meyve vermek üzere yaratıldı” sonucuna götürür. “Ama” der Paul Davies, “hayat sadece bir basamaktır. Hayatın önemi, insan düşüncesinin ortaya çıkışında bir köşe taşı oluşundadır.”

Aynı hükmü Wheeler da tekrarlar. Ona göre, “fiziğin ortaya koyduğu gerçekler, aklın kâinatta imtiyazlı bir yeri olduğunu gösterir. Bu, zeki seyirciler topluluğu olmadan belki de hiçbir şeyin anlamlı bir varlığa sahip olamayacağını ortaya koyuyor.” Kulak olmadan sesin, iştahlı mideler olmadan meyvelerin anlamı olmayacağı gibi...

Paul Davies, Wheeler’a da atıf yaparak, “Yeni fizik, insan şuurunu kâinatın merkezine yerleştirir” der. “Kuantum fiziği, içinde kâinatı seyreden bir seyirci olmadan anlamsızdır.” Yani, kuantum fiziğine göre, “insan şuuru kâinatta tek başına bağımsız olarak var olan herhangi bir düzen değil, bütün varlık nizamının gerçekleştiği, aksettiği bir aynadır. Yani, kâinatın gayesi, hayat vasıtasıyla insan zihnine düşünce konusu olmaktır.”

Demek oluyor ki, kâinat, hayatı; hayat da, insanı meyve vermek için yaratıldı. Koestler’in dediği gibi, “İnsan, dünya üzerinde ne bir lüks oyuncak, ne de kromozomlarına asılmış bir kukladır.” Arthur Eddington’ın yazdığı gibi, insan “varlığın sırları ile iyice sersemleşip ‘Bütün bunlar niçin?’ sadası kalbinden yükseldiğinde,” belli duyu organları aracılığıyla edindiği tecrübelere bakıp, “İşte hepsi, atomlar, ve boşluk, kaçınılmaz bir yokluğa doğru sürüklenen ateşten küreler, kuvvetler ve matematik rakamlar!” diyerek gerçek cevabı vermiş olmaz.

Bilakis, kâinatın, hayatın ve insanın ‘niçin’i tek bir cevabın çatısında toplanmalıdır.

BİLİMADAMLARININ

DİNEYÖNELİŞİ

Erwin Schrödinger, What is Life’ında “Bilimin insanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevabını bulmak ya da en azından akılları bu konularda rahatlatmak olacaktır” der. Ama, 1964 Nobel tıp ödülü sahibi John Eccles’in kanaatince, bu sorular ilmin boyunu aşar: “Bilim, şu haliyle ne herhangi birimizin var oluş hikmetini açıklayabilir, ne de şu temel sorulara cevap getirebilir: Ben kimim? Neden buradayım? Neden yaşıyorum? Öldükten sonra ne olacağım? Bunlar bilimin sınırlarını aşan sırlardır.” Robert Jastrow da aynı görüştedir: “Bilim asla yaratılış sırrının üstündeki perdeyi kaldıramayacak.” California Teknolojisi Enstitüsünden astrofizikçi Jesse Greenstein’ın düşüncesi de bu merkezdedir: “Din ve felsefenin dışında kalmaya çalışıyoruz, ama zaman zaman bilimin dışında birşeyler aramaya zorlanıyoruz.” 1961 Nobel tıp ödülü sahibi Peter Medawar da, The Limits of Science’ında (Bilimin Sınırları), bilimin gerçekten cevaplamak istediğimiz “Biz neden buradayız?” gibi sorulara cevap veremediğini yazar.

İşte bu acziyeti, Allah’ın varlığını zaten kabul ve teslim eden bilim dünyasını vaktiyle terk ettiği, sırtını döndüğü din ile yeniden tanışmaya yöneltti. Din ile bilim arasında varlığı ileri sürülen mevhum ayrılık, buzdan duvar yumuşadı, eridi ve bilim adamlarının bir kısmı yeniden dine yöneldiler.

Meselâ İlya Prigogine’e göre, “İnsan ve tabiat arasında, insan ve insan arasında yeni münasebetler ağına ihtiyaç var. Bilimsel ve dinî değerler arasındaki eski a priori [peşin] ayrımı artık kabul edemeyiz.” “Bilim ile din neden çatışsın ki?” diye sorar Roger Sperry. “Esasen, bu din-bilim çatışması şartlanması, materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır. Bilim olsa olsa materyalizmle çatışır; dinle değil.” “Ben niçin’i bilmek istiyorum” diyen John Wheeler da bilimin vahye yönelişini ister: “Zannediyorum, geçmişteki büyük insanların—peygamberleri kastediyor olsa gerek—bize anlattığı dinî değerlere bağlı kalmamız icap ediyor.”

Bu kabil ifadeler, bilim dünyasında birbiri ardınca gelirken, bir ABD’li düşünürden bir teklif gelir. Texas Üniversitesi beşerî bilimler profesörü Frederic Turner, “Kâinat dev bir piramit gibi; piramidin en altında matematik var, onun bir üstünde fizik yer alıyor, böylece en üste doğru çıktıkça sanat ve felsefe geliyor ve onların da üstünde ilâhiyat yer alıyor” deyip, biyoloji ve fizik ile din arasında ayrım yapmayan bir bilim anlayışını teklif eder. “Bu başarıldığında, bilim Rönesanstan sonraki en büyük devrimi yaşayacak; ilâhî-tabiî ayrımı sona erecektir.”

Bugün dahi, “Bilim yaratılışımızı incelemekle Allah’ı tanımamıza imkân verir” diyen bilim adamları olduğuna göre, o gün çok da uzak olmasa gerek. Kimbilir, belki de fazla uzak olmayan bir gelecekte, bilim adamları terk ettikleri, daha önce kendilerine rakip gördükleri vahiy önünde teslim-i silah edecekler.

Nitekim John A. Wheeler “Daha yolun başlangıcındayız. Bir gün gelecek...” diyor, ve onun başladığı sözü, Robert Jastrow şöyle tamamlıyor:

“..... Aklın gücüne inanarak yaşamış bir bilim adamı için, serüven beklenmedik şekilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır; en yüce zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve tam o sırada, asırlardır orada oturan bir grup ilâhiyatçı ‘hoşgeldin’ diyerek onu karşılar.”

metinkarabasoglu@zaferdergisi.com

  03.07.2002

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut