Tek parça ölüm

Nuriye Çakmak

"Yıllarca İsrail tarafına tek bir kurşun atılmadığı halde Suriye cephanelik olmuştu bu adamlar başa geldiğinde, herhalde İsrail’e karşı bir savaşa hazırlanıyor diye düşünürken anladık ki, bu silahlar bizim içinmiş..."


BİR YARDIM derneğinin konferans salonundayız. Bir güzel tatil gününü gündemi Suriye çalışmaları olan bir gönüllü toplantısına ayıran bir avuç insan. Toplantının başında canlı tanık olarak olayın vahametinin anlaşılması için bizlere hitap ediyor Fatma hanım. O bir Suriye'li, 25 yıldan fazla edebiyat öğretmenliği yapmış bir derya. Orada yaşananları özetlemek istiyor bize. Onun için anlatmak çok zor, bizim için dinlemek.. Kendimi anlatmak için çıkmadım buraya, ama kendi öykümü sadece herhangi bir Suriye’li ailenin yaşadıklarını bilmeniz için anlatıyorum, diyerek başlıyor konuşmasına. Uzun süre kendisinden haber alamadıkları için öldürüldüğünü anladıkları gencecik erkek kardeşinden, ki suçunun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenememişler ve onun için asla bir cenaze merasimi yapılmamış, taziye eden de olmamış, hatta yanımızda kimse varken ağlamadık bile diyor, baskıdan.. İki fakülte mezunu alim ve fakih abisinin tek bir açıklama yapılmaksızın tam 16 yıl zindanlarda işkence görüp bir kez bile olsun kendilerine gösterilmediğinden bahsediyor. Bugün yaşadıkları zulüm ‘kendi halklarına yapılanlar’ kategorisinde tarihe geçecek fecaatte olduğu halde, devrimden öncesini anlatırken de aynı acıyı görüyorum yüzünde. Devrim öncesinde yaşadıkları acılar onlar için şimdi yaşadıklarından çok da farklı değil..

Gerçekten müthiş hitabeti ve olaylara vukufiyetiyle derinden sarstığı bizleri, olayların başladığı tarih olarak Mart 2011’e değil, bir askeri darbe marifetiyle başa gelen Hafız Esed’in, şaibeli bir halk oylamasıyla başlarına azılı bir bela olarak çöktüğü güne yani Mart 1971’e götürüyor. Çünkü hikaye tam da orada başlıyor. Akıcı türkçesinin yanında kullandığı üslup da öyle olağanüstü geliyor ki bana. Mesela gayet haklı olarak soruyor, Golan tepelerini İsrail’e teslim eden kişi olarak nasıl oluyor da bu adam girdiği her halk oylamasından %99 alıyor? Bu peygamberlere bile nasip olmamış bir orandır, diyor. Onların bile geldikleri toplulukta kendilerine tabi olanlar böyle bir çoğunluğa erişememişken bu adam ne yapmış ki böyle bir oranın sahibi olmuş, diye soruyor. Çarpıcı bir örnek. Yıllarca İsrail tarafına tek bir kurşun atılmadığı halde Suriye cephanelik olmuştu bu adamlar başa geldiğinde diyor. Herhalde İsrail’e karşı bir savaşa hazırlanıyor diye düşünürken anladık ki, bu silahlar bizim içinmiş.. Hama’da 40 bin insanı katletti, yine seçimler yapıldı, yine aynı oranda oyla başımızda kaldı diye devam ediyor.

“Yıllarca damarlarımızda kan yerine korku aktı, yıllarca sustuk, yıllarca elbet bir gün biraz olsun rahatlarız diye sabrettik, Hama’yı hatırlayıp kan gövdeyi götürmesin diye dişimizi sıktık.. Fakirleştikçe fakirleştik, rüşvet vermeden en ufak bir işimizi gördüremez olduk, Suriye onların çiftliği haline geldi. Petrol kuyuları bile aile isimleriyle anılırdı. Diğer yandan kayıplar, göz altılar, sebepsiz tutuklamalar, bitmeyen işkenceler ve eşi benzeri görülmemiş bir baskı.. Yıllardır yaşadığımız hayat buydu. Diğer Arap ülkelerindeki devrimlerden esinlenerek duvara birkaç slogan yazan küçücük çocuklar olmayacak işkencelerle öldürüldüğünde ve cenazelerini isteyen ailelere ‘çocuklarınızı unutmazsanız eşlerinizi ve kızlarınızı’ alırız diye cevap verildiğinde bile sabrediyorduk. İlk gösteri ‘çocuklarımızı istiyoruz’ sloganıyla yine bir Cuma namazı sonrası yapılmıştı. Ellerinde bayraklar olan insanların üzerlerine ateş açıldı.. Her gösteride aynı şey yaşanıyordu, silahsız bir halk, silahlı askerler, onlarca yüzlerce ölü. Tam sekiz ay bu böyle sürdü. Artık sabır kalmadı. İnsan bunca zulümden sonra hiçbir şey bulamasa tırnaklarıyla savaşır, tırnaklarıyla korur kendini, ailesini, sevdiklerini..”

Bundan sonrası aklımın alamayacağı, kalbimin sığdıramayacağı, kelimelere yüklenmeyecek kadar ağır vahşet anılarıyla dolu. O bunları anlatmalıydı ve anlattı. Sağır kulaklar, kör gözler, hissiz kalpler, taştan vicdanlar her fırsatta bunlara muhatap edilmeli, bunlar sürekli gündemde olmalı. Bu doğru. Ama dayanılacak gibi değil, bu da doğru. Mesela şu cümlesi günlerdir beynimin koridorlarında çınladı durdu, ‘Suriye’de öyle bir acı yaşanıyor ki, bir tek kurşunla, eve isabet eden bir bombayla ölenler gıpta sebebi artık. İşkence ve tecavüz öyle had safhada ki.. Cenazelerini tek parça alabilenler, ölülerinin yerini bilenler şanslı olarak görülüyor ve insanlar onlara imreniyor..’ Varın gerisini siz düşünün.

Her fırsatta Türkiye halkına, yöneticilerine, örgütlere teşekkür ederken aktardığı anekdot ise başka bir duygu yoğunluğuydu benim için; “Başlarındaki diktatörlerden dolayı kan ağlayan Arap halkları birbirlerine diyor ki, eğer Türkiye ile sınırınız yoksa dayanın, dişinizi sıkın ve ayaklanırken iyi düşünün. Şanslı olanlar Türkiye’ye sınırı olanlardır!”

Konuşmasını bitirirken, “Ey şanlı Türk halkı, Allah size cennet kapılarını açtı.. Suriye’li kardeşleriniz ağır bir imtihandan geçiyor. Onların ellerinden tuttunuz, onların yaralarınız sardınız, onlara kucak açtınız.. İnşallah bu sınavı hep birlikte kazanırız. Kardeşlerinizin sizin zannettiğinizden çok daha fazla ihtiyaçları var size, aklınıza gelecek her şeye çok fazla ihtiyaçları var ve sizden başka bir yardım kapısı yok çoğunun. Ellerinizi onların üzerinden çekmeyin, en azından dua edin.. İnşallah zafere birlikte ulaşacağız.” diyordu. Oysa ben böylesi bir imtihandan kendime bir pay biçebileceğimi düşünemiyorum veya herhangi birisine. Onlar eşi benzeri görülmemiş vahşetlerle şehit edilirken, namuslarına hain eller uzanmışken, hapishanelerde işkence görürken, esir edilmişken, açlarken, üşürlerken, sahip oldukları her şeylerini kaybetmişlerken yani bütün bedeli onlar öderken, insan olarak yaratılmanın doğal bir gereği olarak bir zahmet biraz ilgi gösterdim, biraz dua ettim, birkaç parça eşya infak ettim, falanca yürüyüşe gittim, filanca eyleme katıldım vs vs diye kendimi müsterih addedecek değilim. Düşünmemiz gereken şey bu değil, ‘daha fazla ne yapabiliriz’i düşünmeliyiz biz. Eksik bıraktıklarımızı tamamlamalı, yapageldiklerimizi arttırmalıyız. Bunun başka yolu yok, Fatma hocanın dediği gibi, inşallah bu zaferi birlikte kazanacağız ve bunun için de birlikte ‘emek harcayacağız’.


* Bu yazı ilk kez Sancaktar dergisinde yayınlanmıştır.

  09.09.2013

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut