Arşiv

Şöyle Garip Bencileyin[*]

[*] Bu yazının ana malzemeleri, Henry David Thoreau’nun yazılarından derlenmiştir.

KENDİ HALİNDE, ORTA BÜYÜKLÜKTE BİR GÖLDÜR WALDEN. Concorde’un güneyinde koyu, derin bir maviliğin kıpır kıpır oynaştığı bir âlemdir burası. Concorde mu? Memleketim. Doğduğum yer yani. Amerika’nın Doğu sahillerinde, Kanada sınırına yakın küçük bir kasaba. Beni sorarsanız, kimisine göre dik kafalı bir serseri, kimine göre ağırbaşlı bir veliyim. Ne de olsa, günlerimi şu gölün kenarında avare avare dolaşmakla geçiriyorum kimilerinin gözünde. Yoo, pek zengin sayılmam. İşte orta halli bir ailenin iki oğlundan küçüğü, Henry David’im. Ailecek kurşunkalem imal edip satarak geçiniriz. Ben de zaman zaman yardım etmiyor değilim babama. Ama ne zaman şöyle birazcık param olsa, fırsat bu fırsat deyip alır başımı dere tepe dolaşmaya çıkarım.

Doğrusunu isterseniz, insanlardan beni anlamalarını da beklemiyorum artık. Hayatlarını öyle ayrıntılara boğmuşlar ki, şaşarsınız. Hani kime sorsanız, hep daha iyi bir hayat sürmek için çalışıp didiniyorum der ya, ama nedense didinmesini bitirip, şu daha iyi hayatı yaşamaya başlayan birini göremedim çevremde. Anlaşılan, her zaman şimdiki hayatlarını uğrunda harcayacakları "daha iyi bir hayat" bulabiliyorlar. Ben de az uğraşmadım hani. Her genç gibi, çocukluk yıllarımın hepsini, gençlik yıllarımın çoğunu, o okul senin bu okul benim, dirsek çürüterek geçirdim. Harvard’ı bitirdim. Hattâ birkaç yıl öğretmenlik bile yaptım. Ama küçüklüğümden beri illâ da büyük bir yazar olmak istediğimden mi, yoksa sırf bu kaprisli toplumu protesto etmek için mi bilmem, ógaliba ikisi de doğruó bu garip hayat tarzını seçtim.

İşte bu gölün kenarında avare avare dolaşmaklığım da bu yüzden. İki yıl oldu buraya geleli... Gelir gelmez ilk işim, hemen gölün kenarında şuradaki yamaca, buranın köylülerine inat sade mi sade, çok basit bir ev yapmak oldu ósiz isterseniz kulübe deyin. Şöyle bir doğuya, bir de batıya bakan iki pencere ayırdım kulübeme; günışıkları her saat girsin diye. N’apalım, herkes zenginliğini parayla ölçer, benim de servetim bu günışıkları. Eh paraca olmasa bile, parlak günışıklarınca, sıcak yaz günlerince hepinizin en zengini sayılırım diyorum köylülere. Anlamıyorlar. Tahmin ettiğiniz gibi, kulübemin tek odası var. Pencerelerden birinin kenarına şöyle ufak bir çalışma masası yerleştirdim. Öbür penceremin dibinde de alçak bir sedir. Ortada üç tane sandalye. İşte bu fazladan iki sandalye hayatımın tek lüksü. Sandalyelerin birincisi, tabiî kendim için, ikincisi bir arkadaşlık için, üçüncüsü de daha kalabalık beraberlikler için. Ama, size hayatımı özetlesem, ikinci ve üçüncü sandalyelerin nadiren dolduğunu görürsünüz.

* * *

Yalnız yaşıyorum burada. Rüzgârları, kuş cıvıltılarını, yağmur damlalarının yapraklardan dökülüşünü dinleyerek geçiyor günlerim, gecelerim. Tek arkadaşım şu göl. Walden gölü. Gençliğimin hayallerini sanki bu gölün salınışları ile ördüm. Köylülere sorarsanız dibi yokmuş. Hıh, dipsiz bir göl? Ne yalan söyleyeyim, ben de hiç dipsiz göl olur mu diyemedim ilk zamanlar. Neden derseniz, benim için öylesine derin ki bu göl, insan ruhunun anlaşılmaz, ulaşılmaz derinliğini gördüm onda. İnsan ve hayat gerçeğinin göz kamaştırıcı derinliğini hep anlattı bana.

Devamlı kaynayıp duran bir hayat gibi, o da tâ dibinden çıkan taze sularla her an kendini yeniliyor. Sessizce. Hissettirmeden. O da bir insan gibi yeryüzü ile gökyüzü arasında yaşıyor. Renginin yeşilliğini yeryüzünün yeşilinden, mavisini gökyüzünün mavisinden alıyor. Bir insana bakar gibi, ona da ilk baktığınızda önce girintili, çıkıntılı, düzensiz, şekilsiz bir sahille çevrili bir yüz görürsünüz.

Hani yazar olmak için gelmiştim ya buraya. İşte Walden’da gördüklerimi, düşündüklerimi yazıyorum şimdi size. Çokları Walden’la tanır beni. Yani Walden’da yazdığım günlüklerimle. Şimdilerde elinizde kitap olmuş olmalılar: Sahiden Walden deyince akla Henry David Thoreau, Henry David Thoreau deyince de Walden gelir. Walden’la arkadaşlığımız böyle başladı. Görüyorsunuz, hâlâ devam ediyor.

* * *

Dünyada başka göl mü yok diyeceksiniz? Haklısınız. Başka herhangi bir göl de Walden kadar güzel olamaz mı? Elbette! Bakın size birşey söyleyeyim, güzelliği ya her yerde görürsünüz, ya da hiçbir yerde. Bura köylülerine, Concorde’daki hemşehrilerime defalarca söyledim: Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile! İşte, çok merak ediyorsanız, asıl mesleğim bu. İşim yeryüzünü gezmek. Köşe bucak, dere tepe. Gecesiyle, gündüzüyle, yazıyla, kışıyla, solan yapraklarıyla, açan çiçekleri ile Allah’ın bu güzel eserlerini seyretmek. İnsanda, kâinatta Allah’ı görmeye, anlamaya çalışıyorum. Onun için hayatımı bütün lüzumsuz teferruattan arındırdım.

Yaşamak. Kelimenin tam anlamıyla, sadece yaşamak istiyorum. Tıpkı genç bir aslanın avını nasıl avlayacağını öğrenmesi gibi, ben de yaşamayı öğreniyorum. Geceyle yaşamayı, gündüzle yaşamayı, ayışığında yaşamayı, günışığında yaşamayı...

Hep seyrediyorum. Benim için basit bir sabah yürüyüşü bile Kuzey Kutbunu keşfetmeye gitmek kadar heyecanlı, macera dolu. Etrafımda olup bitenlere hayret etmeyi öğreniyorum. Bütün bu hareketlerin, değişimlerin, dönüşümlerin gerisinde kâinatın Yüce Sanatkârının kendine has fiilleri olmalı. Rüzgârın önünde kayıp giden bir yelkenli, durmadan akan bir dere, salınan bir ağaç, esip duran rüzgâr... Allah’ın bizim için kurduğu bu güzel bahçede dinmek bilmeyen bu neşe ve hareket öylesine uyumlu, öylesine nezih ki, bunları gören bir insanın aklına çirkin birşey gelmemeli, zihnine günah düşmemeli.

İnsanlar daha bu masumluk halini yaşamaya hazır değillerse, çok görkemli, çok gösterişli mabedler yapmaktan vazgeçsinler diyeceğim geliyor. O kadar mermere, taşa, elmasa yazık! Kendilerini bu cennetten çıkarmışlar bir kere ógerisi boş. Bana sorarsanız, mabed tüm yeryüzü. Allah’a burada dua etmeli, günahların çirkinliğinden burada kurtulmalı insan. Bakın, küçük bir ot parçası bile, üzerine bir şebnem düştüğünde, daha bir yeşilleniyor, daha bir parlıyor. Biz de önümüzde her an olup biten onca olaydan birer ibret alsak, üzerine düşen en küçük bir çiğ tanesini bile kendini kirlerden arındırmak için fırsat bilen küçük ot parçası gibi, gözbebeğimize gelen, kulağımıza çarpan, kalbimizi sevindiren herşeyi birer fırsat bilsek ya. Hayatımızdan geriye iz bırakan, sadece bu fırsatlardan çıkardığımız düşüncelerimizdir. Gerisi gündelik maceralarımızın önünde savrulan birer müsveddedir.

Yeter ki, insan alışkanlıklarının tanıdık sahilini terketmeyi göze alabilsin. O zaman bak sen, ne yeni kıtalar, ne yeni dünyalar keşfetmeye başlar kendi iç dünyasında. Hak veriyorum, kolay iş değil doğrusu. Herkesin Kristof Kolomb gibi tanıdık bir sahili geride bırakıp, hiç bilmediği bir sahilde yelken açacak cesarette olması zor.

Ama o tanıdık sahilde kalmak da bayağı zor olmalı. Şöyle bir bakıyorum da penceremden, insanlar nasıl da bölük pörçük edip, parsellemişler hayatlarını. Yok işti, yok mesaiydi, yok giyimdi, modaydı, paraydı, bankaydı derken hayatlarını nice teferruata boğmuşlar. Hayatın kendisini bırakmışlar, kabuğunda kendilerine göre eğlenip gidiyorlar. Hele şu gazetelerin sayfalarca verdiği haberler! İnanın hepsi de gazete kağıdının kendisinden daha ince. Bu ceviz kabuğunu doldurmayan şeylerle hayatlarını nasıl doldururlar, anlaşılır gibi değil.

Hayat böyle kolayca harcanacak kadar ucuz mu ki? Ama, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeli; bayağı da çalışıyorlar. Kime sorsam bugün ne kadar çok iş yaparsan yarın o kadar çok boş vaktin olur diyor. Ama ne garip, yarın dedikleri gün geldiğinde de onu uğrunda harcayacakları bir başka yarın geliyor nedense. İşte insanların terketmekten korktukları dünyalar óne matah birşeyse... Öyle görünüyor ki, bu dünyalarını terketmedikçe kendilerini bulamayacaklar. Kim olduklarını bile soramayacaklar. Kainatla olan sonsuz ilişkilerini göremeyecekler.

İşte, milyonlarca insanı bu haliyle hoşgörebiliyorsanız, varın beni de bu münzeviliğim ile hoşgörün. Bırakın, benim de, en yakın arkadaşım yalnızlığım olsun. Hiç de olmazsa, ben, benim ben olduğumu görebiliyorum ya. Bana verilen nimetleri hissediyorum. Beni benden daha iyi bilen, benimle ve bütün yaratıklarıyla ilgilenen, beni ben yapan birini biliyorum. Etrafımdaki her olayı anlamlı biliyorum. Herşeyi en güzel halinde görüyorum. Gözüme çirkinlik çarpmıyor. Kulaklarıma hiç kötü haber gelmiyor.

Bütün mesele, kendimizi kâinatın güzelliklerini üzerimizde yansıtacak kadar saf tutabilmekte. Ruhumuzun kristal aynasına düşen herşeyi bütün mükemmelliğiyle, bütün güzelliğiyle hiç çarpıtmadan geriye yansıtabilmekte. Hem bundan daha büyük mutluluk, daha geniş hürriyet olabilir mi ki?

Hiçbir şey doğuştan çirkin değil oysa. Araya çirkinlikleri, kötülükleri biz koyuyoruz. Biz insanlar. Yoksa Allah bizi niye mutsuz etmek istesin ki? Yakındıklarımızın hepsi, beğenmediklerimizin hepsi sadece bizim kendi tutumlarımızdır. Eğer yürüdüğünüz yol size çok engebeli geliyorsa, dikkat edin, mutlaka yanlış yürüyorsunuzdur. Yürüyüşünüzü düzeltin. Ya da çıktığınız yokuşa çok dik demek üzereyseniz, hemen hatırlatayım, dizleriniz dermansızdır da ondan.

Dedim ya, boş yere mermerden mabetler yapmayın diye. İnsanın kendisi mabettir; insanın kendisi. O mabedinde kendi dilediği gibi Rabbine dua eder. Aslında, hepimiz birer heykeltraş, birer ressam sayılırız. Malzememiz ise kendi etimiz, kemiğimiz, kanımızdır. Onları hoyratça harcadığımızda başlar, kötülükler, çirkinlikler.

* * *

Walden’dan uzaklardayım artık. Concorde’a döndüm. Kendi memleketime yanióher ne demekse. Nedense ‘benim memleketim’ kelimesi yabancı geliyor bana. Yaşadığımız yer, burası ya da orası, işte her neresiyse, gördüklerimizin, sevdiklerimizin, duyduklarımızın hepsi değil mi? Yani, kendimizi, kendi duyduklarımızı anlatıyor değil mi? Yani "burası," "orası" derken kendimizi, kendi duygularımızı anlatıyor değil miyiz? Bana öyle geliyor ki, insan dünya içinde, bir tomurcuğun içindeki taç yapraklar gibi, ya da kendi kabuğu içindeki bir palamut gibidir. Birbirinden nasıl ayırabilirsiniz ki dünyayı ve insanı? Yaşamanın, duymanın, hissetmenin ta kendisi "burası" dediğimiz şey. Sizin için örülmüş bir dantela burası. Siz de tam ortasındaki düğümsünüz. İyi, mükemmel ne varsa hepsi burada. Yani sevdiğin yer neresiyse orada. Ki, benim sevmediğim yer yoksa eğer, memleketim Concorde değil, bütün yeryüzü. Hatta gökyüzü, yıldızların arası, ayın arkası.

Bir bilseniz, içinizde nasıl bir âlem saklı olduğunu. Nasıl bir ülkenin kralı olduğunuzu bir düşünseniz. Sezar‘ın krallığı bile, buzların terkettiği çirkin bir tepe gibi kalır sizin saltanatınızın yanında.

Haydi, verin elinizi. Size kendi ülkemi gezdirmek istiyorum. Daha doğrusu kendi ülkenizi...

İlk randevumuz ilkbaharla. İşte pencereme beni erkenden uyandırmaya geldi. Ben de her zamankinden birkaç saat daha erken uyanıyorum. Gerçi serçeler ötmeye başlamamış daha, ama siz yine de rüzgârın yüzümüzü okşayışını, tâ uzaklardan leylakların, zambakların kokusunu getirişini doyasıya duyun. Uyandığınıza şükredin. Tabiî sadece gecenin mahmurluğundan uyanmanız yetmez. Bunları görmek için en olağan, en sıradan işlerin sarhoşluğundan da uyanmalısınız. Herşeye hayran olmayı öğrenmelisiniz. Meselâ, kime sorsanız, size "Tabiî ki her gün güneş doğar ve batar" der, değil mi? Peki, bir de şöyle sorun: "Kaç tanesi size doğdu bu güneşlerin?" Sabahında uyanık olmadığım gün için "gün doğdu" demem ben. Yoksa gün çok, gün size doğmadıktan sonra...

* * *

Gece. Gerçi, güneş batalı 15 dakika oldu, ama ışınları hâlâ meydanda, ufuktan parlayıp yarı yolda fersizleşip düşen birer mızrak gibi her biri. Hemen güneşin ardından, boz bulanık bir sis kaplar ufku, giden bir günün ardından kalkan toz bulutu gibi. Ötede ağaçlıklar arasında ince bir sütun halinde baca dumanları yükselir, sanki ışık tekrar gelene kadar sema kubbesini ayakta tutmak istiyorlar gibi. Demek ki, günbatımını seyretmek için seçtiği mekânlar, vakitler kadar çeşit çeşit diller döküyor şu soluk ışıklar. Herkese duymak istediğini söyleyip herkesi yatıştırıyorlar.

Hatırlıyorum, geçen kış da, yine burada başka şeyler söylemişlerdi bana. Yine bu çimenlikte yürüyordum. Şuradaki pınar biraz daha coşkuyla akıp, aşağılarda küçük bir dereye dönüşüyordu. Güneş soğuk ve bulutlu bir günü geride bırakmış, ufukta bulutsuz bir yere inmişti. İnanır mısınız, ılık günışıkları bütün parıltılarıyla kuru çayırları gezindikçe, karşı ufuktaki kuru ağaçların dallarına, gövdelerine çarptıkça ve hemen yanıbaşımızdaki kayın ağaçlarının cilalı yapraklarında parıldadıkça, öyle eşsiz bir manzara ortaya çıktı ki, sanki gördüğüm herşey gümüş bir zeminin üzerine işlenmiş dev kabartma tablo olmuştu. Zaman durmuş, herşey donmuştu. Bir dakika önce hayal edemeyeceğim bir manzaraydı gördüğüm. Sonra düşündüm. Bu güzel manzara sadece bir defalığına olmuş da, bundan sonra hiç tekrarlanmayacak değildi. Yıllar yılı tekrarlanacak, benden sonra buraları adımlayan bir başka insanoğlu da ona bakıp hayran kalabilecekti. İşte bu düşünce, manzaraya olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı. Diyebilirim ki, bu gerçeği bilmeseydim, manzara eksik kalırdı.

Doğru ya, birşeyin faniliğini görmek insanı az üzmüyor. Kim sonsuza kadar yaşamak istemez! Hele şu sonbaharların ikindileri yok mu? Gün geçtikçe kısalıyor da kısalıyorlar, daralıyor da daralıyorlar. Hani, gün geçiyor, güneş tam tepeye çıkıp parıltısının zirvesine vardığında, birden bastırıyor akşam. Alacakaranlık, evlere doğru sürüklüyor hepimizi óömrümüzün kısalığını hatırlatmak istercesine. Hiç de olmazsa, yılın bu alacakaranlık mevsiminde faniliğimizi hatırlayıp, daha bir düşünceli olalım diye herhalde.

Ama dikkat ederseniz, kâinatın her ferdi bize şu gerçeği fısıldar: Bir hayatın gidişi mutlaka bir başka hayatın gelişine yer hazırlamak içindir. Bakın meşe ağacı bile, devrilip toprağa düştüğünde, geriye sayısız tohumlar bırakır ki, her biri yeni bir ormanı filizlendirebilir. Neden bizim hayat ağacımız da ebediyete uzanan tohumlar, meyveler yetiştirecek berekette olmasın?

Bunu farkettiğimden beri, o herkese hüzün veren dökülmüş yapraklar, solmuş çiçekler, aksine benim sevinç kaynağım oldu. Neden olmasın ki? Her biri bir yıldızın patlayarak ölüşü gibi, son anda hem renklerinin en parlak tonunu alıyor, hem de giderayak geleceğe uzanan tohumlar bırakıyorlar toprağa. Anlayacağınız çiçeğin ölümü doğumudur. Onlar da en az astronomların kocaman teleskoplarla seyrettiği yıldızlar kadar eşsiz ve önemli aslında. Onlara da en az bir Galile, bir Kepler gerekiyor. İşte altın sarısı renkleriyle patika yollara düşüyor yapraklar. Bronz parıltıları şimdi yeryüzünü renklendiriyor.

* * *

Kış. Ne garip dünyada yaşıyoruz! Allah, omuzlarımıza yıldız yağdırıyor da, biz kendi zavallı dünyamızda soğuğu, yağmuru çekiştirip duruyoruz. Bir kar tanesinden ya da bir çiğ tanesinden daha büyük bir emekle işlenmiş bir mücevher gösterebilir misiniz? Rüzgârlarla dövülmüş, soğukla yontulmuş, günışıklarıyla bezenmiş her birisinde sanatının bütün hünerlerini gösteriyor. Düşünün, hiçbir şey alelâde, sıradan olabilir mi? Kar tanesi, çiğ tanesi bile O Sanatkârın sonsuz özenine mazhar olduktan sonra şu dünyada...

Şimdi anladınız mı kışları neden her yerin aynı renge boyandığını? Gözlerimizi çevremizin bütün ayrıntılarından çekip, sıradan diye bildiklerimizi tekrar düşünmeye çağırır bizi kışlar. Olduğumuz yerde oturtup, bakışlarımızı kendi iç dünyamıza çevirir.

* * *

İyisi mi daha yaz gelmeden yalnız bırakmalı sizi. Kendi ülkenizde, kendinizle baş başa dolaşın biraz. Benden bu kadar. Ama söyleyeceklerim bu kadar değil tabii. Gördüğüm herşeyi bilmem kaç bin sayfalık Journal’’ıma olduğu gibi yazdım. Sonradan saymışlar da tam iki milyona yakın kelime tutmuş hepsi. Bilirsiniz, söylenenlerin mânâsını kelimeler değil, insanlar belirler. Yani siz ve ben. Eh, kendinizi bilirsiniz. Beni de biraz olsun tanıdığınıza göre, fazla söze ne hacet? Yıllar önce toprak olmuş bir Henry Thoreau vardı deyin geçin. O da bir kar tanesi gibi O Sanatkârın elinden özenle çıkmış bir sanat eseriydi deyin. Kendisine verilmiş kabiliyetleri, duyguları karınca kararınca bozmamaya, çirkinleştirmemeye çalışmış "güzel bir eserdi" deyin.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut