Zorunlu Dersler ve Empati

Mehmed Boyacıoğlu

OKULLARDAN MİLLÎ Güvenlik Dersinin gelecek öğretim yılından itibaren “kaldırılacak” olması bazı tartışmaları da beraberinde getirdi.

Karara olumlu bakmakla birlikte, itirazlarını başka yönlerden sürdüren kesimler de var. Dikkatimi çeken, sol liberaller diyebileceğimiz yazarların düşünceleri.

Onlara göre, nasıl Millî Güvenlik Dersi faşizmi besliyor ise zorunlu din dersi de dinî bağnazlığı besler.

Birileri de “dindarlar kendi değerlerinin devlet bütçesinden öğretilmesi kolaycılığına düşmemeliler” fikrini dillendiriyor.

Yapılan itirazlar, moda deyimle, empati yaparsak gayet anlaşılırdır. Ancak, bu, şu konularda çekincelerimi dile getirmeme engel değildir:

Öncelikle, bu dersi liselere zorunlu olarak koyan 12 Eylül generalleri, hem bu dersin içini boşaltmak için ellerinden gelenli yaptılar hem de, bu ders ile, silah zoruyla yaptırdıkları ve kabul ettirdikleri anayasaya meşruiyet kazandırmak istediler.

Ve bunu yaparken, muteber hiçbir Sünnî âlime de danışmamışlar, bu hususta Sünnîlerden oluşan bir şûrâ ura da toplamamışlardır. Bu yüzden de bu kitaplar hiçbir zaman Sünnî itikat ve ibadet ilmihali olmamıştır.

Türkiye’de dindarlığın gözle görülür halde artışının 1980li yıllara denk gelmesinin, okullardaki zorunlu din dersiyle alâkası yoktur.

Aksine, bu ülkede dindarlığın yükselişi genelde cemaatlerin teşkil ettiği gönüllü kuruluşların, özelde Nûr talebelerinin gayreti sonucu gerçekleşmiştir.

Daha da önemlisi, başkalarına saygı, “diğer”in anlayışına tahammül, bu ülkede ve diğer İslâm diyarlarında, Sünni İslâm’ın daha iyi öğretildiği dönemlerde, laikliğin anayasa kuralı olduğu dönemdekinden çok daha ileri idi. Kadıköy’deki, Şişli’deki, Kayseri’deki, Antakya’daki, Beyrut’taki ve İskenderiye’deki kilise ve havraların varlığı buna delildir.

Ayrıca, CHP icadı olan bir dersin kaldırılmasında, şahsen ben bir sakınca görmem. Ama bununla, devletin halk nazarındaki meşruiyetinin nasıl sorgulanabilir hale geleceğini laikler düşünsün ve ona göre davransınlar.

Şimdi, baştaki empati halkasını biraz genişletelim dilerseniz.

Bir kere piyasa ekonomisi, harcama, hemen harcama, çok harcama, anı yaşama, ertelemeden yaşama, istediğini istediği yerde yapma, kendini gerçekleştirme, bunu yaparken gerekirse başkalarını ezme, bu şekilde doyum sağlama gibi “liberal değerler” gerek okullarda, gerekse diğer ortamlarda hep öğretilip duruyor. Milyonların, devlet bütçesi, benim insanımın vergisiyle denklenen devlet bütçesi, bu benim değer vermediğim “değerler”i öğretirken niye kullanılıyor deme hakkı yok mu?

Bu itiraza şunları da ilave edebiliriz:

Küremizin boşlukta, kendi kendine dönüp durduğunu söyleyen coğrafyacı istemeyenler olamaz mı? Bir ülkenin genç nüfusunu, onun kalkınmasının önünde engel olarak gören bir coğrafya kitabını istemeyen yok mudur?

Daha minnacık eli ile kalem kullanmakta zorlanan öğrenciye “İşte büyük Atatürk!” fişini yazdıran bir Millî Eğitime itirazları yok mudur insanların? İlköğretim birinci sınıftan üniversite sona kadar, bir faninin yaptıklarını tekrarlayıp durmak hangi rasyonel ve pedagojik mantıkla izah edilir? Kemalistler kendi fikirlerini devlet bütçesini kullanarak yayma ve yaşatma hakkına sahipler mi?

Tarihi Avrupa merkezci (eurocentric) bir anlayışla ele alan tarihçiden hoşlanmayanların çıkması normal değil mi?

Avrupa insanını götürdükleri nokta belli iken, oradan çıkan filozofların söylediklerinin değişmez doğrular olarak anlatıldığı dersleri istemeyen öğrenci veya velinin bulunabileceğini niye düşünülmez?

Atomun içindeki parçacıkların tesadüfen dönüp durduğunu anlatan bir kimya kitabından hoşlanmayanlar olabileceğini düşünen yok mudur aramızda?

Biyolojide, kâinattaki hadiselerin “doğal süreçler”den geçerek oluştuğunu söyleyen bir biyoloji kitabından çok mu memnundur insanımız?

Kaldı ki, hiçbir okul ve müfredat içinde bulunduğu toplumun değerlerinden tamamen steril değildir. Yani Japonya’daki müfredat Budizm’i, İngiltere’deki Anglikan kilisesini, İtalya’daki Katolikliği dışlayamaz.

Eğer verilecek dersler baştan sona, yüzlerce makinenin nasıl yapıldığını ve çalıştığını öğreten teknik dersler zinciri olsaydı, toplumun temel değerlerinin müfredata yansımasını garip karşılayanlar belki haklı olabilirlerdi.

Öyle değilse, eğitimin değerlerden bütünüyle arınmış olması kesinlikle düşünülemez. Zira okullar bulundukları toplumun değerlerinin gelecek nesillere taşınmasını temel fonksiyonları arasında gören kuruluşlardır.

Mesela, günlük güneşlik bir Ege baharında, bir sınıfın lambalarının boşu boşuna yandığını gören ve “söndürür müsün bu lambayı; israftır, günahtır, çünkü elektrik nimeti bize Allah’ın diğer emanetleri gibi bir emanettir” diyen bir öğretmeni, belli bir dinin değerlerini veriyor diye hapse mi atmak gerekir?

Dr. Senai Demirci dostumun, bilimde tarafsızlığın mümkün olmadığı sadedinde verdiği enfes örnekte olduğu gibi, size hediye olarak getirilmiş bir gülü tarafsız olarak anlatmanız mümkün değildir. Ya size onu hediye edenin adını zikredeceksiniz, ya da gülün vasıflarını söyleyip, öylece bırakacak ve hediye olarak getireni görmezden geleceksiniz.

Yani değerlerden bağımsız, toplumun değerlerini hiç hesaba katmayan, öğrenci kitlesine adeta kurulacak ve bir şeyler öğretilecek robotlar nazarıyla bakan bir eğitim olmaz.

Nitekim bir dönem çalıştığım bir Frenk elinde de bunu görmüş ve Din Dersi ile ilgili olarak Ankara’ya gönderdiğim raporun bir kısmında şu satırlara yer vermiştim:

‘Bu müfredat [yani Religious Education (Din Eğitimi) müfredatı] İngiltere’de diğer dinlerin öğretilerinin ve uygulamalarının varlığını göz önüne almakla birlikte, ülkede esas olarak Hıristiyanların bulunduğu gerçeğine göre davranmak durumundadır.’

Buna göre, Türkiye’deki müfredat bu ülkedeki çoğunluğun Müslüman olduğunu göz ardı etmemek gerektir.

Sonuç olarak, bir sizden bir bizden hesabı ile kaldırılacak bir iki ders ile Millî Eğitimdeki müfredat sorunu çözülemez. O zaman, “laik” devletin önünde iki yol vardır:

Ya, bu ülke çoğunluğunun Müslüman olduğunu nazara alarak bir demokratik eğitim sistemini yürürlüğe koyacaktır. O zaman dünyanın ve içindekilerin oluşumunu Allah’a veren öğretmen de sorgulanmayacaktır, bunları tesadüfe veren ders kitabı da. Öğrenciyi Cem Evine götürene de ses çıkarılmayacaktır, camiye davet edene de. Lausanne’a göre, Kilise Okulunda, Üçlemeyi anlatanın sorgulamadığı gibi. Ya da, teknik devlet tanımına yakışır şekilde, eğitim alanında birkaç kırmızıçizgi belirleyip, gerisini tamamen özel sektöre, gönüllü teşebbüslere terk edecektir.

O zaman devlete ne mi yapmak kalacaktır? Esas işini; vergi toplamak ve asker yetiştirmek…

  29.01.2012

© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut