Hatipoğlu ve Döngeloğlu’nun üslubunu eleştirme üslubumun eleştirisi...

Gıybet; eleştiriyle, eleştirdiği ile, eleştireni ile açıkça yüzleşmeye alışkın olmayanların arkadan dolanması, gizli işler çevirmesidir. Birbirimizi eleştirmenin bir hak olduğuna, dahası bir görev olduğuna inanıyorum. Öyleyse gıybet ile eleştiriyi birbirinden ayıralım. Gıybet, insanın kişiliğini hedefler. Eleştiri, insanın eylemine ve/ya ürününe yöneliktir. Gıybet, kişinin gıyabında yapılır. Eleştiri, gıyapta da yapılabilir, yüz yüze yapılırsa daha iyi olur. Gıybet, gizlice yapılmış bir işi açığa çıkarmaya, gizlenen bir ayıbı ifşa etmeye denk gelir. Eleştiri ise açıktan yapılan işlere yöneliktir. Ürün ve eylem herkesin gözü önündedir zaten.

Gıybet onarıcı değildir, yıkıcıdır. Eleştiri yapıcı olabilir. Eleştiride maksat, kişiyi bir yanlıştan uzak tutarak onarmaktır. Gıybette bir yanlış ve/ya ayıp kişiye ebediyen yapıştırılır ve yakıştırılır. Eleştiri, o işi ya da hizmeti o kişiye yakıştırmama tavrını içerir. Gıybette, kişi yanlıştan ibaretmiş gibi gösterilir; başkaca güzel sıfatlarının da olabileceği göz ardı edilir, hepten kötü ilan edilir. Eleştiride ise, kişi, daha önce yaptığı ve yapabileceği güzel işlerle kıyaslanarak değerlendirilir. Güzel işler de yaptığı/yapabileceği baştan kabul edilir. Hepten yanlış yapanlar eleştirilmeye layık değildir zaten.



HATİPOĞLU VE Döngeloğlu hocaların televizyon üslubuna dair son yazım üzerine çok sayıda övgü ve sövgü mesajı aldım. Övgülerin ve sövgülerin hiçbirini hak ettiğimi düşünmüyorum. Hocalarımın da benim yazımdan ötürü sövgü almasını beklemiyordum, hak ettiklerini de düşünmüyorum.

Münâfikûn Suresi’nin ayan beyan ortaya koyduğu gibi, her mümin izzet sahibidir. “Ben Allah’ın kuluyum” diyen her mümin, Allah’ın bizzat ayetiyle ortaya koyduğunca izzetlidir. “Ben Allah’ın Elçisi’nin ümmetiyim” diyen her mümin, Allah Resulü’nün “kardeşlerim” hitabını hak ettiği ölçüde izzet, şeref ve onur sahibidir. Bu cümleden son yazımın başlığına isimlerini koyduğum Nihat Hatipoğlu ve Ömer Döngeloğlu aziz birer mümindir. İzzetleri ve onurları ise benim dememe ve öyle bilmeme bağlı değil, benim de Rabbim olan Allah’tandır, ümmeti olduğum Allah Resulündendir. Daha önceleri ve bundan sonra da eleştirme ihtiyacı hissettiğim her kardeşimin şerefinin ve onurunun bekçisiyim. Altını çiziyorum: Nihat Hatipoğlu ve Ömer Döngeloğlu şeref ve onur sahibi insanlardır.

Gıybet konusunda canı hayli yanmış, ciğerleri parçalanırcasına derin pişmanlıklar yaşamış bir kardeşiniz olarak, yanımda bu iki muhterem hocamın, bu iki izzet sahibi müminin gıybeti yapılacak olsa ve yapılmışsa ilk frene basanlardan olurum.

Benim hakkımda yazan/konuşan ve benim hakkında yazdığım/konuştuğum her kardeşimin onurunun ve şerefinin korunması Rabbimin emriyle bana aittir. Kişiliklerine ve şahsiyetlerine, üzerlerinde taşıdıklarına şahit olduğum imanlarına kıl kadar halel gelsin istemem. Bir haysiyet kırımı ve onur katli olan gıybetten hep uzak durmak isterim, uzak kalmaya gayret ederim.

“Eeeee…” dediğinizi duyuyor gibiyim. “Bunlar giriş cümleleri, dilinin altındaki baklayı çıkar!”

Hayır, sizi sevindirmeyeceğim. Hep kendini haklı gören, hatasını başkasına yamayan İblis’in yolundan, en azından bu yazıda, yürümeyeceğim.

Yukarıda cümleleri yüreğimle yazdım. İnananlar olarak, hatta insanlar olarak birbirimize borçlu olduğumuz asgari nezakettir, en temel hürmettir bir insanın gıyabında onurunu korumak.

Ancak…

Gıybet etmek ve eleştirmek aynı iş değildir.

Gıybet etmeden eleştirebilirsiniz, hatta gıybet etmemek için eleştirmelisiniz.

Eleştiri kültürünün gelişmediği, eleştirilmenin hazmedilmediği, eleştirmenin hakkının verilmediği topluluklarda gelişir gıybet.

Gıybet; eleştiriyle, eleştirdiği ile, eleştireni ile açıkça yüzleşmeye alışkın olmayanların arkadan dolanması, gizli işler çevirmesidir.

Birbirimizi eleştirmenin bir hak olduğuna, dahası bir görev olduğuna inanıyorum.

Öyleyse gıybet ile eleştiriyi birbirinden ayıralım.

Gıybet, insanın kişiliğini hedefler. Eleştiri, insanın eylemine ve/ya ürününe yöneliktir.

Gıybet, kişinin gıyabında yapılır. Eleştiri, gıyapta da yapılabilir, yüz yüze yapılırsa daha iyi olur.

Gıybet, gizlice yapılmış bir işi açığa çıkarmaya, gizlenen bir ayıbı ifşa etmeye denk gelir. Eleştiri ise açıktan yapılan işlere yöneliktir. Ürün ve eylem herkesin gözü önündedir zaten.

Gıybet onarıcı değildir, yıkıcıdır. Eleştiri yapıcı olabilir. Eleştiride maksat, kişiyi bir yanlıştan uzak tutarak onarmaktır.

Gıybette bir yanlış ve/ya ayıp kişiye ebediyen yapıştırılır ve yakıştırılır. Eleştiri, o işi ya da hizmeti o kişiye yakıştırmama tavrını içerir.

Gıybette, kişi yanlıştan ibaretmiş gibi gösterilir; başkaca güzel sıfatlarının da olabileceği göz ardı edilir, hepten kötü ilan edilir. Eleştiride ise, kişi, daha önce yaptığı ve yapabileceği güzel işlerle kıyaslanarak değerlendirilir. Güzel işler de yaptığı/yapabileceği baştan kabul edilir. Hepten yanlış yapanlar eleştirilmeye layık değildir zaten.

Ben iki hocamın da televizyonda ayan beyan yaptıkları işlerine dair eleştirilerimi, endişelerimi paylaşıyorum.

Diyorum ki, bu üslup televizyonculuk açısından doğru bir iş olsa da, hakikati incitiyor, insanların saf zihinlerini bulandırabilir, bulandırmıştır da…

Dikkat çekiyorum: Kendileri istemese de özellikle ajite edici konuları gündeme getirmelerinin istenmesi televizyoncuların reyting iştahına hizmet edebilir ama anlatılanları estetikten ve nezaketten uzaklaştırır.

Demek istiyorum ki, İslam tarihinin, doğru olmaması muhtemel, doğru olsa bile anlatılmasının doğru ve yararlı olmayacağı muhtemel, özellikle de ajite edici, yürek dağlayıcı detaylarını genel izleyiciye aktarmak İslamî ve insanî açıdan doğru değildir. Bir üslup zaafıdır.

Hepsi bu…

Bu görüşümde ısrarlıyım.

Beni assanız da kesseniz de, diri ve diriltici olan vahyin geçmişte kalmış, miadı dolmuş bir “hatıra” olarak nakledildiği, böyle anlaşılarak ve/ya anlaşılacak şekilde dile getirildiği üsluplara şiddetle muarızım.

Yasin Suresi’nin sınırsız derinlikteki anlamı, berrak ve diri bir nehir olarak önümüzde akıyorken, hiç olmazsa bir ayeti üzerinden vicdanları uyarma fırsatımız varken, ekranın yarısını arabesk çiçek böceklerle süsleyip “Yasin’i okuyan zayıfsa şişmanlar, şişmansa zayıflar…” türünden mesajlar vermek, kelimenin tam anlamıyla, dini köylüleştirmek ve estetikten uzaklaştırmaktır. (Bakınız: Star TV)

Farz namazların anlamına dair bir şeyler söylemek dururken, “Az sonra: gerdek gecesi namazımı kılmadım, kaza etsem olur mu?” gibi altyazı erotizmi yapmak elbette ki edepsizlik ve lüzumsuzluktur. (Star TV’nin KJ’cisine sorun!)

Arabeskten devşirme, oyun havalarından uydurma, cistak’çı ve zikir sandıkları boğaz hırıltılarıyla sözüm ona ilahicileri starlaştırmak, din üzerinden zevksizlik üretmek değil de nedir? (Star TV’nin başka hiçbir programına çıkarılmaz bu tür Abdurrahman’lar!)

Beni taşlasanız da, hasetçi ilan etseniz de, şimdi ve burada “aramızda olan Allah Resulü’nün” [Hucurat, 7] kendisine tâbi olunacak “özne peygamber” değil de; sadece ayakları kanayan, dişi kırılan, kuru hasırda yatan, karnına taş bağlayan yanıyla hatırlanacak ve ardından ağlanacak “zavallı peygamber” olarak tasvir edildiği anlatımlara ısrarla muhalefet edeceğim.

Her şeyi bir kenara bırakıp, Hz. Hüseyin’in [ra] “ciğerlerinin parça parça ağzından geldiği”ni anlatmak ne kadar gerekli?

“Hasan’ın [ra] göbeğinden yukarısı, Hüseyin’in [ra] göbeğinden aşağısı Peygambere benziyordu” diye bir cümle kurmanın ne kadar önceliği var?

Hz. Peygamber’in [asm] ölüm döşeğinde bile ağız temizliğini öncelemesini Hz. Aişe [ra] ve Hz. Peygamber’in [asm] tükürüklerinin karışması edebiyatına konu edinmek lüzumsuzluk değilse nedir?

Bu üslup ve anlatımın reyting kazanması ne bu üslubu meşrulaştırır ne de bu üslubu iyi niyetle benimsemiş, bu üslupta hayır gören, belki başka da seçeneği olmayan anlatıcıları hain yapar.

Ama yapanlar hain değil diye, seyredenler estetik yoksunu oldukları için benimsiyor diye hiç mi sesimizi çıkarmayalım! Alan memnun veren memnun diye, alanların daha iyi seçeneklere layık olduklarını hiç mi dillendirmeyelim! İnsaf!

Bu arada ben de hatalar yaptım:

Mükemmeliyetçilik yaptım: Hatipoğlu’nun ve Döngeloğlu’nun da anlattıklarına ihtiyaç duyan insanlar olabileceğini hesap edemedim.

Bencilce davrandım: Hatipoğlu’nun ve Döngeloğlu’nun sözleri ve gayretiyle bir insanın dahi imana kavuşmasının yeryüzündeki her şeyden kıymetli olduğunu unutmuşum.

Yeterince empati kurmadım: Hatipoğlu ve Döngeloğlu’nun kapattığı boşluğu küçümsedim ve ettiği hizmetleri hepten yok saydım.

Acele ettim: Hatipoğlu ve Döngeloğlu’nun üsluplarına dair haklı eleştirimin, onların kişiliklerine yönelik haksız bir saldırıya dönüşebileceğini de düşünmeliydim. Ama bunu önlemenin bir yolunu da bilmiyorum. Eleştiri ahlakımız yerlerde sürünüyorsa, n’apayım!

Sırası değildi: Bayram vakti, hepimizin “Evet”le coştuğu, bayram kardeşliğini yaşadığı günlerde böyle bir polemik gereksiz görülebilir. Ama Ramazan programlarının değerlendirmesinin Ramazan sonrasından başka zamanı da yok gibi…

Ama içim yanıyor: Birilerinin eminim bıyık altından gülerek seyrettiği gibi, dini ötekileştiriyoruz, Mekke’ye ve Medine’ye, çöle ve deveye, sarıklı ve cübbeli adamlara özgü zannettiriyoruz. Hep ağlayarak, hep acıyarak adam olacağımızı sanıyoruz. Şimdiye ve buraya dair bir fikrimiz olamazmış gibi, geleceğe dair bir inşa projemiz, hayatın içinden çıkan bir vizyonumuz yokmuş gibi görünüyoruz.

Sonuç olarak: Hatipoğlu ve Döngeloğlu muhterem insanlardır. Ne benim yazım vesilesiyle yapılan yorumlardaki aşağılamaları hak ederler ne de ben bu yazıyı yazdım diye aldığım s/övgüleri hak ediyorum.

Hadi hocalarıma ben de tâbi olayım.

Bir menkıbe de benden:

Bize, hem de devlet başkanı iken “Eğrilirsem, beni nasıl doğrultursunuz?” diyebilen Hz. Ömer [ra] hakperestliği kadar, devlet başkanına “Seni kılıcımızla doğrulturuz!” diyebilen sahabe cesareti ve kalenderliği de lazım.

Baba ocağının soğuk küllerini tozutan tembeller gibi, bu hatıradan sadece kuru bir burun sızısı çıkarmayalım. Bu hatıranın tam ortasında, sımsıcak bir köz olarak duran Ömer’ce hesaba çekilişi göze almayı da, sahabece hesap soruşu da hemen şimdi ve burada avuçlarımıza alalım. Küllerle oyalanmayalım, közleri bulalım. Ağlamayalım, zırlamayalım, sızlanmayalım. Kalkıp ayağa, ileri yürüyelim.

Yoksa, yine tarihle kalırız, yine tarihte kalırız.

  18.09.2010

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut