Yassıada’da Said Nursî ile...

Haşir Risalesi’ni, sıvaları dökülmüş, camları kırılmış, tavanı delinmiş, sanıkları, tanıkları, yargıçları, zalimleri ve mazlumları göçmüş Yassıada Mahkemesi’nde okuyorum: “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir ‘Mahkeme-i Kübrâ’ya bırakılıyor.”

Komutanların yıldızları bir bir düşüyor omuzlarından. Mahkemeyi uzaktan seyreden İsmet Paşa’nın parıltılı gözleri eriyor. Alkışlar kesiliyor. Zalimce sevinenlerin içlerini bitimsiz bir keder kaplıyor. Mahzunların gözlerinin içi parlıyor ebedi sevinçle…



SAHNE 1

Türkiye. 30’lu yıllar… “Halkçı” ve “ırkçı” paranoyanın Eğirdir Gölü kenarına sürgün ettiği bir adam. Said Nursî. Mevsim bahar. Göl kenarında çiçekler açmış. Havada kuş cıvıltıları. Kelebekler zarif ve sessiz bir raksta. Varlık taze bir dirilişe uyanıyor. Said Nursî, tüm siyasî kaygılardan uzakta dingin bir ruh haliyle bir ayeti tekrarlıyor. Müjdeler emiyor gölün, göğün mavisinden. Kara toprağın perdesini aralıyor… Kendisini-şimdilik-mahkûm edenleri, sonsuza kadar mahkûm edecek bir ayetin anlam ırmağında yıkıyor kalbini.

Öldükten sonra dirilmeye dair, bütün zamanların en canlı, en renkli, en zarif metni dökülmeye başlıyor dudaklarından: “Haşir Risalesi”

“Görünen”i “görünmeyen”e tanık ediyor. Haşir Risalesi, “dünyalık varoluş”un özündeki çelişkiyi ortaya çıkarıyor. Bu onulmaz çelişkinin çözümü olarak “büyük mahkeme”ye işaret ediyor. “Eğer hepsi bu”ysa, “sonrası” yoksa, anlamını kaybediyor varlık, tahammül edilmez bir çelişki yumağına dönüşüyor. Görünen bunca denge, bildiğimiz hesapları yırtıp atan bunca ince ayar, eğer zalim zalimliğiyle ölecekse, özensiz bir artığa dönüşüyor. Eğer mazlumun hakkı mazlumla birlikte toprağa girecekse, varoluş apaçık bir çarpıklığa dönüşüyor. Her canlıyı her an okşayan bunca merhamete tanıklık eden bu dünya, ezenin de ezilenin de, canilerin de masumların da toprak olarak eşitlendiği bir yere akıyorsa, boş yere var, boşa çalışıyor demektir.

Denklemin “bu tarafında” gözlerden kaçmayan bir açık var; öyleyse bir de “öbür taraf” olmalı… İnsan vicdanının aradığı adalet duygusu bir türlü tatmin olmuyor “bu tarafta”, öyleyse bir de “öbür taraf” vaadi olmalı… Vicdanların aradığı, kalplerin isyan ettiği, gözlerin dayanamadığı bu korkunç “eşitsizlik” hiç şüphe yok ki, bir “Mahkeme-i Kübra”nın varlığıyla giderilecektir.

“Hiç mümkün müdür ki” diye muhteşem bir özgüvenle başlıyor cümlelerine Said Nursî. “Ahiretin olmasına değil, olmamasına şaşmalıydınız asıl” demeye getiriyor.

Hiç mümkün mü ki, varlığı sonsuz bir itaatle çekip çeviren böylesine muhteşem bir saltanatın iyiler için ödülü, kötüler için cezası olmasın. Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde ödül de ceza da var olacaktır.

Sahne 2

Yıl: 1960. Mayıs’ın 27’si ve sonrası. Said Nursî’nin de mazlumluğuyla buradan göçüp gittiği günlerden birkaç ay sonrası. Sabah saatleri.. Kapalı kapılar ardında fısıltılar. Milletin parasıyla alınmış silahları milletin iradesine doğrultan vicdan yoksunları… “Kötü”ler bir kez daha iş başında… Postallı adamlar bir kez daha “dediğim dedik” havasında… Cübbeli zangoçları ise hemen yanlarında. Yaptıkları kanunsuzluğa kılıf bulma telaşında. “Şeflik” meraklısı İsmet Paşa ellerini ovuşturuyor sevinçle. Halkçılığın varlık sebebi “ırkçılığı” kalbinde meşum bir yara gibi büyüten “milliyetçi albay” işbaşında… Tek “suç”u yasaklanan ezanı serbest bırakmak olan Menderes’in “arz edeyim efendim”lerle başlayan eşsiz nezaketine sağır kaba/lıklar sözde-“yüce” divanın koltuğuna et kemik diye oturtulmuşlar. Hesap soruyor zalimler… Kimse onlara hesap soramıyor… Yakalarına yapışıyorlar mazlumların, hiçbir yasa onların yakasına yapışmıyor… Yassıada’nın o pek ihtişamlı “mahkeme salonu”ndaki zalim kahkahalar, aldırışsız alkışlar da, cılız savunma sesleri, vicdanı fısıltıları da susuyor. Derin bir sessizlik hepsini toprağa gömüyor.

Sahne 3

Yıl: 2010. Aylardan Mayıs. Ebedî baharın şahidi “ilkbahar” dal uçlarını fethetmiş, rengarenk bir şehrâyine dönüşmüş. Kara toprağın teni reyhanlar giymiş. Diriliş müjdesi meyvelerce somutlaşmış… Bir kez daha ümitleniyoruz. Eminiz ki, isimsiz tohumları ayaklar altındayken unutmayan Yaradan, insanı hesap sormaksızın bırakmayacak toprağın altında… Toprak olma eşitliği bozulacak elbet! Bozulmuştur çoktan!

Mazlum Menderes’in toprağı ile muktedir Cemal Gürsel’in, cübbeli katil Salim Başol’un, haris paşa İnönü’nün toprağı eşit olmayacak… Yassıada’nın zalimleri ile eşine yazdığı mektubu bile elli kelimeyle sınırlandırılan mazlumları, “bu taraf”tan bakınca eşit görünüyorlar. Mazlum Menderes de, boyunlarına insafsızca ip geçirilen Polatkan da, Zorlu da, adaleti zalimlere oyuncak eden Salim Başol da, kudretli general Cemal Gürsel de “ölü” artık. Eşitlendiler! Said Nursî’nin mezarını sırf “Kürt” diye yağmalayanları destekleyen “Türkçü” albayın varlığı bir mezardan ibaret. Kürt Said Nursî de Türkçü Türkeş de eşitler şimdi.

Sahne 4 (İç Ses)

Bugün. Doğduğum günden çok önce yaşanmış bir acının ortasında buldum kendimi. Henüz adımın bile anılmadığı bir dönemde, itibarları ayaklar altına alınmış insanların hüznü bulaştı kalbime. Elli yıl sonra bile içimde bir “ah!” çığlığı, yüreğimde tarifsiz bir yangın yaşıyorum.

Vicdanım bu “eşitliğe” razı değil. Kalbim “bu tarafta” olan bitenle hesabın kapanmasına isyan ediyor! Bir de “öbür tarafı” olmalı diyorum… Eşitliğin toprak olmakla bitmediği bir “büyük mahkeme” istiyor kalbim.

Yassıada’nın şimdilerde harabeye dönmüş o mahkeme salonundaki “zalim kahkahaları” da, “gizli hıçkırıkları” da işiten O “Adalet Sahibi”nden adalet bekliyorum. O ki, Menderes’in boynuna ip takanları da zamanın ipiyle idam etti. O ki ezana tahammülsüz zalimleri de bir ezanın ardından toprağa aldı. Vicdanım kadar eminim “Haşir Sabahı”ndan… Kalbimin kıpırtıları kadar yakın biliyorum “Büyük Mahkeme”yi…

Sahne 5

Haşir Risalesi’ni, sıvaları dökülmüş, camları kırılmış, tavanı delinmiş, sanıkları, tanıkları, yargıçları, zalimleri ve mazlumları göçmüş Yassıada Mahkemesi’nde okuyorum: “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir ‘Mahkeme-i Kübrâ’ya bırakılıyor.”

Komutanların yıldızları bir bir düşüyor omuzlarından. Mahkemeyi uzaktan seyreden İsmet Paşa’nın parıltılı gözleri eriyor. Alkışlar kesiliyor. Zalimce sevinenlerin içlerini bitimsiz bir keder kaplıyor. Mahzunların gözlerinin içi parlıyor ebedi sevinçle… Alt üst oluyor her şey… Tepe taklak oluyor mahkemenin düzeni. Zalim muktedirlerin apoletleri sökülüyor. Mazlum rütbesizler terfi alıyor.

Sahne 6

Zalimler tutuşturuyor alevleri. Taşlaştırdıkları kalpleri ve işe yaramaz gövdeleri “yakıt” oluyor cehenneme. Zalimler sayesinde yaşıyor cehennem.

İç/ten ses: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

Teşekkür: Zaman’dan Abdullah Kılıç’a kolektif hafızamızı derin anesteziden uyandıran kahramanca çıkışı için minnet borçluyum. ‘Gazetecilik Namusu’nun eşsiz bir örneğini ortaya koydunuz.

  30.05.2010

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut