BALI DÜŞÜNÜRKEN

Mona İslam

BAL, SEMİH Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nin son filmi. Ödüllere ve methiyelere doymayan, zihnini geleneğe, kalbini Kitab’a batıran yönetmenin çektiği, müslüman kadar sade ve güzel film.

Bu yazıyı yazmadan önce film hakkındaki düşüncelerimi, bende bıraktığı izlenimleri bir arkadaş grubunda anlatırken şunu belirtmeden geçemedim. Bal benim favorim değil. Ben üçlemenin ikinci filmi Süt’ü daha başarılı bulmuştum, ve ilk film Yumurta da kanaatimce daha iyiydi. Ama bu filmi beğenmediğim anlamına da gelmiyor. Bilakis beğendim. Ama Kaplanoğlu’nu kendisiyle mukayese edince Bal’ı diğer filmlerine nazaran daha az etkili buldum.

Semih Kaplanoğlu bize hiçbir filminde sıradışı hikayeler anlatmıyor. Hikayeleri de hayat gibi yalın, sıradan. Bu da insanın filme, kendi hayatından bir parçaymış gibi bakmasına izin veriyor. Bu yönden bu film de ilk ikisinden farklı değil . Ancak Kaplanoğlu, filmlerini bir semboller, imgeler silsilesi halinde izleyiciye sunan da bir yönetmen. Film de hayat gibi okumak isteyen için işaretlerle dolu. “Arife işaret kafidir” dercesine izleyiciden etkin bir tefekkür çabası istiyor. İlk iki filmi beğenenler Bal’ı da beğeneceklerdir.

Acizane okuyabildiklerimi sizinle paylaşmak isterim. Ancak bilinmelidir ki bu okuma benim zaviyemden olduğu için başkalarıyla benzeşmeyebilir, hatta yönetmenin maksadına isabet de etmeyebilir. Herkesin bir meselede gördüğü ancak kendi kadardır. Kendi rengine boyanır.

Film, sabahın erken saatlerinde, ormanda yol alan bir baba oğulla başlar. Bir de eşekleri vardır. Bu sabah vaktinde, baba oğul bir iş yapma peşinde, bir rızık arama derdindedirler, nitekim bir kovanın altından geçerlerken damlayan bal onlara rızkın yerini gösterir. Sabah imgesi hayatın başlangıcına işaret eder. Sabah saatlerinde yol alan baba ve oğul, izleyiciye Rab ile insanın beraberliğini hatırlatır. Rabb önce Rezzak olarak tecelli eder. Bir insan yavrusu doğduğunda ona gereken rızkı bulmak, onun hayatının devamı için olmazsa olmazdır. Rızkı kim verirse Rab odur. Burada Rab ismi de, Rezzak ismi de, babada tecelli eder.

Filmde ilk sözü duyduğumuz sahne, babanın çocuğa “Oku!” dediği sahnedir. Bu ilk kez Rabb’in hitabına muhatap olan Efendimiz’i(sav) hatırlatır. Nitekim filmdeki çocuk da kek-kük, zorlayarak-zorlanarak harfleri çatıp okumaya çalışır. Okuduğu bir takvim yaprağından başka bir şey değildir. Zaman bir takvim yaprağında başlar, filmin zamanı, Yusuf’un zamanı, insanın zamanı…

Babada Rab ve Rezzak isimlerinden maâda, Rahim ismini de görürüz. Baba Yusuf’u kucağına oturtur, sever, Yusuf babasına gördüğü bir rüyadan söz eder. Bu da babanın hikmetini gördüğümüz andır. Yusuf’a “Rüya öyle ortalık yerde anlatılmaz, kulağıma anlat” der. Sonra da tedbir alışını “Sakın rüyanı başkalarına anlatma!” demesinde fark ederiz. Babada Hakîm ve Müdebbir isimleri de tecelli eder.

Filmde babanın atölyesini, yaptığı marangozluk işlerini de görürüz. Babada Sani ismi de tecelli eder. İtiraf etmeliyim ki, önemli olduğunu sezmeme rağmen, filmde çözemediğim imgelerden biri sicim, urgan ile anlatılmaya çalışılan şeydir.

Babanın adının Yakub oluşu, çocuğun rüya anlatışı bizi Yusuf suresine götürür. Zihnimiz en güzel kıssa etrafında dolaşırken Yusuf’un okula gittiğini, diğer çocuklar gibi dışa dönük olmadığını, biraz da onlara imrendiğini görürüz. Yusuf babası “Oku!” deyince okumakta iken, sınıfta okuyamamaktadır. Anlarız ki okutan babadır. Yusuf(insan) ancak babanın(Rabbin) yanında, ve onun kudretli sesi buyurduğunda okumaya güç yetirebilmektedir . Bu da Yaratan Rabbin adı ile okumaya bir işaret olsa gerek…

Yusuf annesi ile iletişim kurmamaktadır. Film boyunca annesiyle tek kelime bile konuşmaz. Açıkçası bunu tuhaf bulduğumu belirtmeliyim. Yusuf babasıyla konuşmaktadır. Ona çiçeklerin isimlerini sormakta, ondan bilgiler almaktadır. Ancak ne kadar şefkatli olursa olsun anne ile konuşmaz. Annenin verdiği sütü içmez. Annenin tüm çırpınışları beyhudedir. Yusuf annesine değil, babasına yardım etmeyi tercih eder. İzleyici ‘acaba anne üvey mi?’ türünden bir izlenime de kapılır. Ama bunu destekler bir sebep görmüyoruz. Yusuf ancak filmin sonlarında, annesinin, babasının gelmeyişine çok üzüldüğünü gördüğünde, annesi için bir şey yapar. Sütü sevmediği halde onun hatırı için içer. Bunun dışında, yumurtaları kümesten getirdiği sahnede dahi, aslında annesine değil, babasına yardım etmektedir. Annesi, eşi için çörek yapmakta, Yusuf da bu yüzden anneye lazım şeyleri taşımaktadır. Yusuf’un asıl maksadı babasını sevindirmektir. O yaşta bir çocuğun neden annesiyle hiç iletişim kurmadığını anlamak zor. Filmde bununla ilgili bir ipucu yok. Sanki bu kısımda biraz boşluk var.

Yönetmenin verdiği bir ropörtaj göz önünde bulundurulunca parçaları birleştirme denemesi anlamsızlaşıyor. Üç Yusuf da farklı insanlar. Ancak yine de psikolojik bir devamlılıktan söz ediliyor. Bu anlatım dili bize mekanla ilgili olmasa da, anne çocuk ilişkisi ile ilgili soru işaretleri bırakıyor. Psikolojik devamlılıktan söz edilince, anne çocuk ilişkisi boşlukta bırakılamayacak kadar mühim bir ilişki haline geliyor. Belki bunu da Yusuf suresindeki kıssaya bağlamak mümkün, zira onu da salt bir baba-çocuk ilişkisi olarak okuyoruz. Ancak Hz. Yusuf’un annesi vefat etmiş. Dolayısıyla bu bakımdan hikaye benzeşmiyor. Belki de yönetmen böyle bir benzerlik aramıyor.

İkinci filmle ilk film arasında, anne-oğul ilişkisi parçaları birleştirilebilen bir puzzle idi. Yumurta’da Yusuf annesini yıllardır görmemiş vefasız evlattı. “Bir oğul anneye neden sırtını döner?” sorusunun cevabını bize, ikinci filmdeki Yusuf karakteri vermişti. Süt’te Yusuf annesinin gönlünü hoş etmek için onca çaba göstermesine, süt satmasına, balık tutmasına, annesine terlik bakmasına karşın, annesinin başka bir adama yönelmesi, bir kıskançlığa ve bir gurur incinmesine ve hatta küskünlüğe yol açmıştı. Süt’teki Yusuf’u görünce onun çocukken annesi ile de iyi bir ilişkisi olduğunu zannedebilirdik. Oysa yoktu. Nedeni de yoktu. İkinci filmle üçüncü film arasında anne-oğul ilişkisi bakımından psikolojik bir devamlılık görünmüyordu.

Bu hikayede de bir kıskançlık görürüz. Bir Yusuf Masalı kıskançlık olmadan olabilir mi hiç? Ancak burada kıskanan Yusuf’tur. Babasının ilgisini bir okul arkadaşından kıskanır. Üstelik çocuktan intikam da alır. Ancak sonra babasının yonttuğu oyuncak gemiyi çocuğa vermediğini anlar ve pişmanlık duyar. Özrü de Yusuf gibi fedakarcadır. Gider sessiz sedasız gemiyi çocuğa verir. Çocuk onun geldiğini bilmez bile. Ama Yusuf’a, kendisinin bilmesi kâfîdir.

Bir başka ilginç sahne kadınların beyaz başörtülerle melekler gibi toplanıp Buhari’deki Miraç bahsini okumalarıdır. Orada üç imge ile karşılaşırız. Süt, bal ve şarap. Efendimiz sütü alır. Üçlemenin iki filmine gönderme vardır. Şarapla ve temsil ettiği sekr hali ile belli ki yönetmenimizin işi yoktur. Bir diğer gönderme de, çocuğun defaatle masadaki süte bakışında, kümesten üç yumurta alışında görülmektedir.

Kadınlar okurlarken Yusuf bahçeye çıkar. Bir kovada ayı görür. Ay dolunaydır. Parmağıyla suya dokunur, görüntü kaybolur. İnsan alemdeki gidişata parmağını bulaştırdığında görüntünün berraklığı kaybolur. Artık insan parmağı karışmış, tecelli seçilemez olmuştur. Sonra su tekrar durulur. Biz parmağımızı hadisata ne kadar karıştırsak, dengeyi ne denli bozsak da Allah hayatı yeniden dengeye ulaştırır. Kamer yine görünür. Yusuf bu kez kafasını kovaya sokar. Bu da bizim tecellide gördüğümüze yakın olabilmek için neler yapabileceğimizin göstergesidir. İnsanın istediği yakınlıktır. “Fe inni Karib” derken Allah bize yakınlığını ders verir. Allah Rububiyetiyle bize yakındır. Efali ve icraatı yanıbaşımızdadır. Bunun farkına varanlar, “O şah damarımızdan daha yakın” der ve akrebiyetle neşe içinde yaşarlar.

Oysa Allah Zât’ı itibariyle bizden nihayetsiz uzaktır. Bu da ayın gökteki haline benzer. Ona Zât itibariyle yakın olmak isteyen ehl-i aşk bir ömür ney gibi inler. Çünkü kavuşmak bu dünyada değildir. Bu da bize kimin hüzün kimin neşe tecellileriyle hemhal olduğunu açıklar. Onu isim ve fiilleriyle hayatlarında fark edenler neşe tecellilerine, Zât’ı itibariyle isteyenler ise hüzne gark olurlar. Aşk acısının da sebebi budur. Kul Ona Onun dilediği gibi muhatap olur, aşık ise Ona kendi istediği gibi muhatap olmak ister. Bu da olacaktır, ama sonra, bu dünyadan sonra. Aşıkların tene kafes demesine şaşmamak lazım öyleyse.

Leğen ve ay kıssasını bilmeyen var mıdır? Bir gün bir zât bir başkasının yanına gelir. Onu leğene bakarken görür. “Ne yapıyorsun?” der. “Leğende ayı seyrediyorum” der beriki. Arkadaşı ona “Başını kaldırsana be adam, boynunda çıban mı var?” diye çıkışır. Bu varlıkta Hakkın tecellisini görmekle, Onun kendisini görmek arasındaki farkı anlatmak için harika bir meseldir. Biz bu dünyada, varlıkta Hak tecellisine muhatap oluruz. Bu filmimizde Yusuf’un Hakk’ı babasında görmesi gibidir. Bir çocuk için bu normaldir. Fakat büyümüşseniz ve hala kovaya başınızı daldırıyor, Hakk’ı tecelligahta yakalamak istiyorsanız, maalesef muvaffak olamazsınız. Elinizdeki görüntü de kaçar yakalayamazsınız.

Bal bir ormanda başlar, bir ormanda biter. Orman kesrete işaret eden bir sembol olmalı. Biz kesret aleminde yaşayan varlıklar, ormanda birkaç adım ötesini bile göremeyen insancıklar değil miyiz? Yusuf da babasının ölümü ile bir ormanda geceler. İnsan en çok sevdiğinden ayrı düştüğünde, kendini bir cangıla düşmüş gibi hisseder ya! Yusuf’un gecesi filmin sonudur. Hatırlıyorum da Süt de böyle karanlıkta, bir kafa feneri ile bitmişti. Allah göklerin ve yerin Nur’udur ya, insan Onsuz aydınlığa çıkamaz.

Bunlar bana Bal’ın düşündürdükleridir. Düşündüren, hissettiren, sinema örneklerinden güzel bir örnek olan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Allah bu tür çabaları da bizim medeniyetimizin karanlıktan aydınlığa çıkmasına vesile kılsın. Kaplan Film’in de yollarını Fettah ismi ile açsın, ihlaslarını bozmasın. Zira mensup oldukları yerde ihlası korumak güç iştir.

  15.04.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut