Kim demiş "Risale-i Nur'da müsbet milliyetçilik var" diye

MİLLİYETÇİLİĞE DOKUNMAK, Risale talebeliği adına bile, kolay değil; biliyorum. Daha ilk cümlede vurulmaya hazırım. “Üstad kendisi bizzat, falanca Risale’nin falanca sayfasında diyo ya!” söylenecekler zahmet etmesin, hemen hatırlatacakları alıntıyı işte buraya alıyorum: “…fikr-i milliyet iki kısımdır; …. Bir kısmı menfidir… Müsbet milliyet ise…”

Yıllardır biliyorum yerini. Yirmialtıncı Mektub’un tam ortası…

Çok iyi bildiğimiz gibi, Üstad “müsbet” yani olumlu milliyet fikrinden söz açıyor. İyi de, nelerden sonra diyor ve sonrasında neler diyor? Çoğu Risale kavramına yaptığımız gibi, bağlamı gözetmeyen bir hoyratlığa kurban ediyor olabiliriz “müsbet fikr-i milliyeti”…

Haydi derse!

“Fikr-i milliyet iki kısımdır” cümlesinin iki cümle gerisine gidelim: “…fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara ‘Fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez.”

Neymiş? Özellikle siyasal alanda iş görenlere, vicdanını devletin vicdanına endekslemişlere “milliyetçiliği bırakınız!” denilmez. Zaten öyle de yapıyor Üstad. Bundan sonra gelen satırlarda “milliyetçiliği bırakınız!” demiyor. Kendisi kendi tavsiyesine uymalı değil miydi!

Üstadın son derece şefkatli söyleminin altında yenileyici bir kavramlaştırma saklıdır. Yeterince tahlil edilmezse, Risale metninin altındaki “dip akıntı”yı es geçebiliriz. (Meraklısına not: Bu konuda “cehennem nerededir?” gibi iman gündemi için gereksiz olduğu baştan belli bir soruyu nasıl da letafetle reddettiğini ama bunu hiç kırmadan yaptığını yine Risale’de görebiliriz. Aslında Said Nursî Cehennemin nerede olduğunu dert edinmez, dert edinilmesini istemez, “cehennemin nerede olduğu değil, senin nerede olduğunu seni ilgilendirir” der ama bunu kırmadan yapar. İlgili bahsi okuyanlar en sonunda-ama en sonunda-“cehennemin nerede olduğu bizi ilgilendirmez” yollu son cümleleri görür.)

Görünüşte olumlayarak ortaya koyduğu “Müsbet fikr-i milliyet” için dediklerini yeniden okuyalım:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. (Yani, İslamiyeti kendine hadim ettiren, vahiy kaynaklarını kendi kutsallığına araç eyleyen bir milliyetçilik müsbet/olumlu olmaktan çıkar. Aslolan milliyet değil İslamiyettir. )

Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. (İslamiyetin kazandırdığı kardeşlik duygusu, “müsbet milliyet” denilen şeyle kazanılası yardımlaşmaya, dayanışmaya zaten gerek bırakmıyor. Maksat uhuvvet/kardeşlik ise “müsbet” de olsa milliyet fikrine gerek yok.)

Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. (Sözün tam burasında karşı kefeye koyuyor milliyet fikrini. Buraya kadar gelen akıl yürütme, milliyetçiliği İslamiyetin karşısında buluyor. Müsbet milliyetçilik gerçekten müsbet olsaydı kavileştiğinde de müsbet olurdu. Ama bakın, İslamiyeti perdeliyor, yerine geçiyor, nurunu engelliyor, önünü kapatıyor.)

Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. (Son cümlesi bu Üstadın: İslamiyetin yerine milliyeti koymak, kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koymak ve elmasları dışarı atmak türünden ahmakça bir cinayettir.)

Tüm cümlelerin ardından Üstadın “fikr-i milliyet”i takdim ettiği ilk cümlesini bir daha okuyalım: “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var.”

Eğri oturup doğru konuşalım. Ucundan kıyısından belki taraftar olduğumuz, hiç olmazsa eleştirilmesine taraf olmadığımız “milliyetçilik”in bize yansıyan uygulamaları “nefsanî bir zevk” için Kürtlerin karşısına “ne mutlu Türküm diyene!”yi inadına inadına koymuyor mu? Her sabah daha yalan konuşmasını bile bilmeyen sabilere mecburen “Türküm” dedirtmekte ve bu uygulamanın bizi bir şekilde rahatsız etmemesinde “gafletli bir lezzet” yok mu?

“Damarlarındaki asil kan”la akmaya başlayan ve “Türkün Türkten başka dostu yoktur”larla köpüklenen milliyetçiliğin dibinde o “şeametli/uğursuz kuvvet” yok mu? “İyi ama…” yollu empati dersi vereceklere baştan hatırlatma: “yasadışı terör örgütü”ne ve yaptıklarına kalben taraftar olacak denli, secdeli ve namazlı Kürtleri Marksist ve dine lakayt liderlere yan yana tutacak denli bir Kürt milliyetçiliğinin de ürediğinin farkındayım? Bu karşılıklı zıtlaşmanın temelinde “yasa dışı terör örgütü”nün olduğu kadar “yasal örgütleri” de katı milliyetçi uygulamalarla terör aracı haline getiren, huzur ve barış sebebi olacak “yasa”ları bile baştan “ırkçılık” üzerine ayar eden devletin de payı yok mu?

Uygulamayı bir tarafa bırakalım da, ilkeye bakalım yeniden. Risale-i Nur diyor ki: İslamın yerine konulacak olursa, her türlü “müsbet” menfileşir. Milliyetçilik de buna dahildir. O halde yerine koymak şöyle dursun, İslamiyetin yanında olsun tutabileceğimiz bir “müsbet” milliyet falan yok!

İşte bu yüzden Nur Talebesi’nin –pratik bir tarafa- en azından kelime anlamıyla “Millî Görüş”ü olamayacağı gibi, “Millîyetçi/Muhafazakâr Duruşu” da olamaz.

Buradan hareketle, Ceziretü’l Arab’a gidelim ve Muhammed-i Arabî’ye [asm] karşı çıkan söylemlerin hemen hepsinin o zamanın “millîleri” olduğunu görelim. Devrin kabullenmelerine ve alışkanlıklarına “aykırı” ve “radikal” söylemle gelen Muhammed-i Arabî’ye [asm] göre, Mekke’li müşrikler “milliyetçi” ve “muhafazakâr” bir çizgide dururlar. “Muhammed’in dini” “ataların dini” denen, “millileştirilmiş” ve yerel menfaatlere endekslenmiş görüşün karşısında yer almış, böylece ayrışmıştır.

“Ataların dini” hâlâ daha “milliyetçilik” ambalajıyla başımızda heykelleşiyor. “Milliyetçi”lerle “ata”cıların koalisyonu ise bana hiç şaşırtıcı gelmiyor.

Bu meşum koalisyona Risale-i Nur’un tavrı ise gayet nettir; ne “milliyetçilik” söylemiyle orta bir yol arar kendine ne “millî” olan her şeyi baştan sorgulanmaz kabul ederek vahyin dışında bir “kutsallık” alanı inşasına katkıda bulunur.

  14.04.2010

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut