İğneler 1

Mona İslam

Kendi Kendine Yeterli İnsan(!?)

BİR VAKİTLER, İbn-i Arabi okumalarımın bidayetinde, bir rüya gördüğümü hatırlıyorum. Kötülüğümü isteyen biri, farkına varamadığım bir biçimde, bana içinde iğneler olan bir çikolata topu vermiş, ben de onu yutmuşum, ancak boğazıma takılmış ve ne mideme iniyor, ne de çıkarabiliyorum. Gırtlağımın orta yerinde çikolata erimiş ve iğneler batmış acı içinde kıvranıyorum. Şeyh geliyor elini boğazıma uzatıyor, iğneleri tek tek çıkarıyor. “Seninle ilk işimiz bu!” diyor. Boğazımdan içeriye taze hava giriyor. Rahatlıyorum.

Uyandığımda ve bir büyüğüme anlattığımda “rüya değil vakıa gibi” dediği bu olaydan beri, bana yutturulan zokaları düşünmeye çalışıyorum. Şimdiye dek yuttuklarımı, bir mürşidden mededle çıkarmaya, şimdiden sonrakileri de yutmamaya niyetliyim. Öyle ya, dışarıda insi ve cinni şeytanlar, içimizde nefis, bize güzel ambalajlar ve leziz çağrışımlar ile ızdırap veren şeyler yutturmaya çalışıyor. Biz de oltadaki yeme aldanan saf balık misali iğneyi yutuyoruz. Sonra işimiz balıkçının insafına kalıyor. Oysa bu balıkçıda insaf ne gezer!

Bunlardan biri “Kendi kendine yeterli” olmak diye düşünüyorum. Bu tabir kulağa ne kadar fiyakalı geliyor değil mi? Kimseye muhtaç olmamak, kendi ayakları üzerinde durmak, kendi kendine yetmek, yalnızlıktan hoşlanmak ila ahir. Kadın erkek hepimiz bu sözün kulaklarımızı gıdıklayan, yüreğimizi hoplatan cazibesine aşinayız.

Bir alışveriş merkezindeyiz, eşimle sinemaya geldik, ilk seansa bilet bulamayınca birer kahve içmek için bir kitapçının bitişiğindeki bir kafeye giriyoruz. Kahveleri söylüyoruz. Gözüme yalnız başına oturan bir kadın ilişiyor. Pazar günü öğle saatlerindeyiz. Arada sırada kalkıp kitaplar alan, kahvesini yudumlayan, aldığı dvdlere bakan bu kadın ilk başta ne kadar havalı geliyor gözüme. A!Tanıyorum kadını, bu bir terapist. Kadın sürekli hareket halinde. Oturuyor, kalkıyor, sağa sola telefon açıyor, elinde telefonla kitap rafları arasında geziniyor.Kitapları evirip çeviriyor, eşofman üstünü çıkarıyor, giyiyor.Saçlarını savuruyor, topluyor. Kendime şaşıyorum, acaba ne hissederdi, onun insanlara yaptığını şimdi ben ona yapıyorum, onu inceliyorum. Acaba ayıp mı ediyorum?

Kanaatim bu hoş hanımefendinin, eşimin tabiriyle ablamızın, aslında kendi kendine yeterlilik görüntüsü altında huzursuz olduğu. Sürekli hareket halinde oluşu, yapıyor göründüğü hiç birşeyle gerçekten ilgilenmediği fikrini veriyor bize. İlgisini verecek kadar yavaşlamıyor çünkü hiçbir nesnenin önünde. Kemal Sayar’ın “Yavaşla” kitabını hatırlatıyoruz birbirimize. Ablamız ne kahvenin hakkını veriyor yudumlarında, ne de elinde evirip çevirdiği kitapların, dvdlerin. Onu tüm psikiatristlerin mesleki alışkanlık olarak yaptıklarını sandığımız(belki de bu bizim hüsn-ü kuruntumuz), etrafı gözleme halinde de bulmuyoruz. O, ne içinde ne dışında bir şeyi gözlemiyor. Bir içeride bir dışarıda salınıp duruyor. Sık sık sağa sola telefon edişlerinden anlıyoruz ki, yalnız olmaktan hiç de etrafa yaydığı imajda olduğu gibi memnun değil. Öyle ya insan pazar öğle saatinde evliyse eşi ve çocuklarıyla, boşanmışsa çocuklarıyla, bekarsa anne babası yahut bir arkadaşıyla olmak istemez mi? Hadi istemedi diyelim, kimi zaman insanın yalnız kalmaya ihtiyacı olur, o zaman neden bu huzursuzluk? Yalnızlığın ve içine dönmenin sükuneti nerede? Sorular bir cevaba ulaşmıyor, çünkü hakkında düşündüğümüz, konuştuğumuz kişiyi derinlemesine tanımıyoruz.

Ondan bağımsız, ama onun verdiği esinle şu fikre varıyoruz: Kalabalık alışveriş merkezlerinde bulunarak, etrafımıza kitaplar, dvdler, telefon, bilgisayar vs gibi yetişkin oyuncakları doldurmak bize yetmiyor. Biz gözümüzün içine bakacak, bizi dinleyecek,kendisini dinleyeceğimiz, iç dünyamıza girecek ve iç dünyasına girmemize izin verecek dostlar, yakınlar, arkadaşlar, sevgililer arıyoruz. Eşyayla yahut kainatla da ancak onların iç dünyalarında gezebiliyorsak, ve bizim iç dünyamıza misafir oluyor ve bir şeyler getiriyorlarsa ilişki kurabiliyoruz. Bu da onların melekutuna dokunmakla mümkün olabilecek bir şey. Bundan eminiz, zira insan nefsine hakikatine derin bir bakışla baktığında kendisi için söylediğini, tüm insanlar için söyleyebilir. İnsanlık tümel bir kavramdır. Ve biz aslında hiç de o kadar farklı varlıklar değiliz.

İnsan kendi kendine yetmiyor. İnsan hep eksik. En eksik. En muhtaç varlık. Öyle ki bir anımız bile sevgisiz, muhabbetsiz geçse, biri bize bakıyor, biri bizi dinliyor, biri bizi anlıyor, biri bizi seviyor olmasa çekilmez oluyor. Biri, biri, O Bir. Söz dönüp dolaşıp yine O Bir’e geliyor. Tüm yollar O’na varıyor. Ne güzeldir Ona varan yollar. O kendi için yola düşeni yolda bırakmaz da. İnsanın kendi kendine kalması ancak kendi içinde hakkı bulduğunda, O’nunla söyleştiğinde, O’nu dinlediğinde, O’na şikayet ettiğinde, O’nu anlamaya çalıştığında ve kendini O’na anlattığında, O’nunla ilişki kurduğunda anlamlı, yeterli, huzurlu bir hal alıyor. Çünkü o zaman insan huzurda oluyor. İnsan O’nunla ve O’nun tüm tecellileri olan kainatla ve azam tecellileri olan insanlarla birlikteyken de ancak huzurda olduğunu fark ettiğinde, huzur buluyor.

Bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum ve eşime söylüyorum: “İnsanın kendi kendine yeterli olduğunu sanması şirkin başlangıcıdır.” Hayal meyal bir ayet yetişiyor imdadıma “Ve insan kendini kendine yeter sandı, azdı, haddini aştı…” gibilerinden. Bir iğne daha boğazımdan çıkmış gibi hissediyorum. Muhtaç oluşuma, birini arayışıma kızmıyorum artık. Kendimi “neden böyle muhtaçsın” diye azarlamıyorum? Fakirliği övüncü sayan Efendimi (SAV)hatırlıyorum. İnsan herşeye fakir. Her şeye muhtaç. Herşey O. Her şey O’ndan. Böyle bakınca “hu zikri” ne de anlamlı oluyor! Sufiler buna fakir ilallah diyorlar. Allah’a fakir olmak. Allah’tan başkasına fakir olmamak diyorlar bazıları, Ondan başkası mı var ki? Burdan bakınca bana öyle geliyor…

Derin bir nefes alıyorum, gırtlağımdan hava girmesinin ne büyük nimet olduğunu hissediyorum. Her nefeste içime dolan O, tıkanıklıklarımda O’nu dolduramıyorum içime, O’nsuz kalıyorum, doğrusu bu mümkün değil ya, hakikati halde O’ndan gafil. O Karib(yakın) ise de ben Ona baid(uzak). Gözüm gayrı görünce O’ndan perdeli, O’nu görünce gayr kalmıyor. Herşey O’ndan gönlüme misafir, Ondan bana yar, Ondan bana elçi, dost, veli…

Tıpkı saf saf inen melekler, kafile kafile gelen rasuller gibi…


Not: Bu benim gördüğüm bir hanımefendi üzerinde yaptığım okumadır, benim fikrimdir, belki benim zannım, vehmimdir, belki hanımefendinin hakikati bana görünmemiştir. Hakkına girmek istemem. Ben onun zihnime açtığı kapıdan kendi muhayyilemde bir dünyaya girdim, onun dünyasına değil.

Kusur bana aittir, ona değil. Allah kendisine sekine, huzur ve selamet versin…

Not 2: Boğazımıza takılı iğneleri tefekküre devam niyetim var, nasip…

  01.03.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut