Bir mimari harikası kent: Viyana (II)

Mona İslam

BUGÜN VİYANA’DA ikinci günümüz. Burada çok rahat ettik. Buna ilk sebep Tuba’nın yemekleri. Avrupa’da nerede ne yiyeceğinizi şaşırıyorsunuz, kızımın dediği gibi tüm içeceklere alkol, tüm yiyeceklere domuz katılmış olabiliyor. Tuba’dan öğreniyoruz ki, fırınlarda satılan ekmeklerde bile koruyucu katkı maddesi olarak domuz kullanılabiliyormuş. Bu yüzden herşeyin üzerini tek tek okumak gerekiyor, ve biz Almanca bilmiyoruz. Macaristan’da yediğim poğaçalar (Macarcası da poaça, öyle çok ortak kelimemiz var ki, bu Macarların Hun olması bir tarafa, 160 yıllık Türk idaresinin de bir sonucu olsa gerek) hayıflanıyorum, nerden bilirdim ekmekte bile domuz olabileceğini. Güya ekmek, peynir ve biraz meyve suyu bir öğün geçiştirmek için helal bir gıda seçimi idi. Allah beni affetsin. Tuba’nın nefis Türk mutfağının, Fatih’in profesyonel rehberlere taş çıkartan rehberliğinin (çünkü onlar Fatih kadar entelektüel insanlar değiller, o herşeyin tarihçesini, sembollerin anlamını biliyor, Batı medeniyeti, İslam medeniyeti karşılaştırmaları yapabiliyor, çok akıllı ve bilgili bir genç adam) dışında burada metro ile her yere ulaşmak mümkün, hatta bir metrodan diğer hatta geçildiği için yürümek bile gerekmiyor, şehrin bir ucundan diğer ucuna çok kısa sürede varılıyor. Zaten şehirde çok az araba var, arabaları park etmek sorun, bu yüzden herkes toplu taşıt araçlarını kullanıyor. Gerçekten de rahatlar.

Bugün bizim otelimizin, Fatih’lerin evinin de bulunduğu Belvedere bölgesinden başlayarak turumuza devam ediyoruz. Belvedere Sarayı buraya çok yakın. Bu saray 1. bölgenin dışında. Belvedere bölgesi üçüncü bölge sayılıyor. Bize Sultanahmed birinci bölge ise, burası Beşiktaş bölgesi gibi. Bu mekan Krala değil bir prense, Prens Eugen’e ait, Barok mimarinin tipik ve gösterişli bir örneği olarak yapılmış. Yukarı ve aşağı Belvedere olarak iki bölümden oluşuyor. Keşke içinde yaşayan da saray kadar güzel olsa, ama Üstadın dediği gibi bu medeniyetin “dışı süs içi pis” ve bu adamlar da “frak giymiş yılan ve akrepler”. Osmanlıdan intikam alacağım diye Bosna’da masum kanı döken bu Prense bir lanet mırıldanarak saraydan ayrılıyorum. Unutmadan belirteyim, Türkiye’nin Viyana büyükelçiliği de sarayın üzerinde bulunduğu caddede yer alıyor.

Şimdi Schönbrunn sarayına gideceğiz. Burası Kraliyet Ailesinin yazlık sarayı. İçerisinde bir yapma gölcük, hepimizi ıslatan kocaman bir fıskiye, zerafetle biçimlendirilmiş çiçek bahçeleri, bir sincabına şahit olduğumuz bir koruluk, yan tarafta ise dünyanın en eski hayvanat bahçesi bulunuyor. Schönbrunn Güzelçeşme demekmiş. Korulukta biraz yürüyoruz. Az ileride bir palmiye serası bulunuyor. Avrupalılar için palmiye ilginç bir bitki tabii. Buraya her çeşit palmiye koymuşlar, soğuktan ölmesinler diye sera haline getirmişler. “Ben Arap kızıyım, Arabistan’da, Mısır’da mango ağacı, muz ağacı, hindistan cevizi ağacı, hurma ağaçları ve pekçok palmiye gördüm, hatta bir mango ağacı bizim evin bahçesinde vardı, babam bastonla vurarak mango toplar, bize yedirirdi” diyerek içeri girme gereği duymadığımı belirttim. Ama az ilerideki Japon bahçesi ilgimi çekiyordu elbette, bonzailerle dolu, bir Japon ailenin oturabileceği mekan, bahçe sulama mekanizmaları, bitkileri ile bir uzak doğu bahçesi elbette ilgili çekmişti. Elim hemen Japon turistler gibi fotoğraf makinesine uzandı.

Yorulduk ve dev bir ağacın altına oturup bir fıskiyeli çeşmede duş yapan kargaları seyrettik, bahçede çok güzel çiçekler de vardı. Başımı kaldırıp ağacın yapraklarına baktım. Kendimi bir yaprağın üzerinde yaşayan bir minik canlıya benzettim, diğer yapraklar sanki uzaydaki diğer gezegenleri andırıyordu, en üst dallardakiler ise uzak yıldızları. O kadar sık tertipti ki yapraklar... Bu yaprak dünyasında yaşayan bir minik canlı için, bir kat gök böylece teşekkül ediyordu, bizim göğümüz ise onun için ikinci kat sema oluyordu. Yanımdakilerle paylaşınca, “Canlı olan her şeye ne kadar çok ilgi gösteriyor” biçiminde bir gülümseme daha aldım. Arkadaşlar bu ekzantrik şahsa yani bana epeyce ilgi gösterdiler. Bazen kendimi başka bir gezegenden gelmiş gibi hissetmedim değil, ama ben zaten eşimden alışkınım, o benim bir çiçeğe, bir su birikintisine, bir ağaca dalıp oradan uzun uzun, tafsilatlı fikirlerle dönmeme hala alışamadı. Ama insanların yüzündeki gülümsemeyi görmek, onların sizin üzerinizde yeni bir şeyi müşahede ettiklerini fark etmek ayrıca güzel, ayrıca hoş. Ben onların farklılıklarını seviyorum, çok şey de öğreniyorum, neden onlar benimkini sevmesinler, yahut dikkatlerini çekmeyen bir şeye benle dikkat kesilmesinler ki. Farklılık güzeldir, yoksa hayat çok sıkıcı olurdu…

Bu dinlenceden sonraki durağımız benim çok merak ettiğim Hundertwasser Evi. Bu ev Viyana Belediyesi’nin sosyal konut olarak inşa ettirdiği bir apartman. Friedensreich Hundertwasser tarafından 1983-1985 yılları arasında yapılmış. Bu mimar kainatta hiç düz çizgi yoktur, dolayısıyla bu düz çizgiler mimaride kullanılmamalıdır, insanın doğasına da aykırıdır tezinden yola çıkarak yamuk yumuk ama çok sevimli bir bina yapmış. İçinde insanlar oturuyor sadece dışarıdan fotoğraflayabildik. Rengarenk hoş bir yapı. Bence de şehirlerde böyle farklı sıradışı yapılar olmalı, herşey dümdüz ve birbirinin aynı olmamalı. Zaten Viyana ve çevresi bir mimari harikası, hem eski dönemde, hem yeni dönemde burada çok güzel yapılar tasarlanmış. Denilen o ki, Viyana’ya sadece mimari okumak için gelmek gerekirmiş, laf aramızda diğer branşlarda eğitim pek de mükemmel değilmiş. Zaten yapıları, ulaşım kolaylığı, bize göre epeyce ileri demokrasi ve özgürlük anlayışı ve içindeki Müslümanlar bu şehri değerli kılıyor.

Bu orijinal evlerin hemen karşısında hediyelik eşya dükkanları bulunuyor, oradan burada çok meşhur ve çok satılan bir turistik meta olan Mozart çikolatalarından alıyoruz, elbette almadan hangisi yenilebilir diye Fatih’le Tuba’ya soruyoruz. Zira çikolatalar kafelerde gördüğünüz muhteşem pastalar da sıklıkla alkol ihtiva edebiliyor. Neyse ki Avusturyalılara sorunca yadırgamadan cevap verip, “şunda alkol var bunda yok” diye söylüyorlar. Buradaki gibi sosyetik bir mekanda alışveriş ederken “Vay yobaz vay, nolucak çikolatadaki iki damla alkolden” hitabı ile karşılaşmıyorsunuz. Düşünüyorlarsa da, şükür ki söylemiyorlar.

Akşam davet edildiğimiz bir Türk evine çaya gideceğiz. Bu yüzden acele acele şehrin görülmesi gereken noktalarını arşınlıyoruz.

Tuba yoruluyor, biz Tuba’ya bakıp “biz günlerdir bu tempoyla dolaşıyoruz, sen bir de bizim yorgunluğumuzu bilsen” diyoruz. Fatih bize Türk mahallesini de göstermek istiyor, öyle candan ve şevkli ki birazcık takatimiz olsa onun hatırına fizana kadar yürüyeceğiz, ama bitap düşmüş vücudumuz biran önce misafirlikteki rahat koltuklara ve gavuristanda otellerde bile bulamadığımız Türk çayına kavuşmak istiyor.

Sebile ve Özkan bizi çok sıcak karşılıyorlar. Onlar buraya geleli sekiz yıl olmuş. Bu arada Fatih bize anlatıyor. İmam Hatip ve başörtüsü mağduru öğrenci arkadaşlar burada çok kötü şartlarda çok az paralarla okumuşlar, Fatih’in anlatımı o ki, bazı arkadaşlar kanını satmış, mubalağa etmiyorum, düzenli olarak kan vermeye gidiyorlarmış ki biraz paraları olsun. Verilen cüzi burslarla okumak çok zormuş, ve başka yerden burs buldukları takdirde Türkiye’den onlara burs yollayan vakıf ve kurumlardan “burslarınız kesilecek” tehdidi ile de karşılaşıyorlarmış. Üstelik bu kurumlar öğrencilerin kendi meşrep ve anlayışları dışında Müslüman başka vakıflarla da ilişki kurmasına, yardım almalarına mani oluyorlarmış. Amerikan eski başkanının “ya bizdensin, ya düşman” anlayışı onlara da sirayet mi etmiş acaba!?

Kızlar ayrı erkekler ayrı zorluklar çekmişler. Hele 11 Eylül sonrası şartlar, okullardaki gerginlik, hocalardan işitilen laflar, ayrımcılıklar onları çok zorlamış. Büyük bir kısmı böyle siyasi meselelere cevap yetiştirecek kadar seri Almanca da bilmiyormuş. Maddi manevi çok yıpranmışlar, şimdi Türkiye’de olup bitenlere meselenin hala düzelmemiş olmasına, Müslümanların da neredeyse mevcut durumu kabullenen, entegre olan vaziyetine çok içerliyorlar. Ne kalmak mümkün ne dönmek durumunda yaşıyorlar, evlenmişler, çocukları olmuş, gelecekle ilgili şüpheliler. Bu konuda bir tez çalışması yapılmalı, yahut bir ciddi kapsamlı belgesel çekilmeli diye düşünüyoruz. Tek tek insanlarla görüşülüp hikayeleri dinlenmeli, onlara ilgi gösterilmeli, zira kendilerini çokça unutulmuş, kaderlerine terk edilmiş hissediyorlar.

Onlar ve yolda selamlaştığımız niceleri bizim için Viyana’nın en güzel tarafı idi. Burada epeyce Müslüman var, ekseriyeti Türkler, sorunları var, ilgilenilmeyi bekliyorlar. Bizimle memlekete çokça selam, biraz da sitem gönderiyorlar…

  08.10.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut