Suskunluğumu bozuyorum, işte Deniz Feneri

Nuriye Çakmak

Gittiğim huzurevinden huzur bulamadan ve bir daha gitmeye güç bulamadan ayrılmıştım. Hele kimsesiz çocukları ziyarete gitmem, bir daha asla böyle bir ziyaret yapamayacağımı anlamama yetip de artmıştı bile.

Ama beni oralara çeken şey peşimi bırakmıyordu, birşeyler yapmalıydım. Lise hayatım yeni bitmişti ve bu boşluk içimde bir yerlerde gittikçe büyüyordu. Biliyordum ki, çok şey yapamasam da, elbet ‘bir şey’ yapabilirdim ve kimbilir belki bu birşey, birileri için önemli birşeydi?

Ramazan ayında televizyonda bir program yayınlanıyordu yıllar yıllar önce. Şehir ve Ramazan isimli bu program alışılmadık bir formatta ilerliyordu. Madem Ramazan’dı, madem “Ramazan bu şehirde nasıl yaşanırdı?” sorusunun cevapları aranıyordu, konu dönüp dolaşıp yardıma geliyordu elbet. Gecenin bir vakti ıssız sokaklarda kimler dolaşır sorusuna artık bir cevap daha ekleniyordu. Marketleri veya programı izleyip telefon açarak “bu da benden” diyenlerin evlerini dolaşıyor, tespit ettikleri yerlere Hızır gibi iniveriyorlardı. Gece vakti kapı çalıyordu ve çok büyük ve fevkalade bir oluşumun ayak sesleri duyulmaya başlıyordu. Çünkü bir milletin yıllardır uyuyan hamiyeti uyanıyordu.

O kadar çok arayan oluyordu ki, bu işin Ramazan ayıyla sınırlı kalmasına gönülleri razı olmuyordu. Sonra gelenler öyle birikiyordu ki, bir televizyon programı bu yükü taşıyamıyordu. Hayatını bu işe adayacak birkaç yürek gerekiyordu ve işte Deniz Feneri diye bir dernek kuruluyordu. Karanlıkları aydınlatsın diye... Ve bu küçük ama parlak ışık tam yüreğimin içine göz kırpıyordu...

Programın sunucusu Türkiye’de ilk kez yapılan 80 ilde 500 köye ulaşma projelerini anlatmak üzere bir konferansa davet ediliyordu, yine yoldan geliyordu.. Anlattıkları ve tabii gördüklerimiz, artık neyi bekliyorsun diye yankı buluyordu içimizde. Ve böylece, pek kimselerin bilmediği, gözden uzak ve küçük bir daireye çıkıyordu yolum. 17 yaşında, bir küçük oluşumun küçük ve yeni gönüllüsü olarak büyük bir sükun buluyordum. İşte aradığım bu diyordum. Benim gidemediğim, gidemeyeceğim yerlere gidiyorlar, benim yapamadığım yardımları yapıyorlar, benim bulamadığım ihtiyaç sahiplerinin aklıma bile gelmeyecek ihtiyaçlarını tespit ediyorlar ve en önemlisi bunu herkesin gözü önünde gayet açık şekilde yapıyorlar. Herşey samimi ve yakındı, işte buradaydım, kapıları bana açılmıştı, herkesin yapabileceği birşey vardı ve bu kapı isteyen herkese de açıktı.

İlk yaptığım iş, arı kovanı gibi işleyen o küçük odada, tek başına üç kişinin işini yapan görevlilerin masasından bana düşen açıklıkta gelen istek mektuplarını okumak olmuştu. Fakirliğin bir kokusu olduğunu hayatımda ilk kez duyumsuyordum. İlaç kutularının arkalarına, fotokopi kağıtlarının boş kalan kısımlarına, çocuklarının defterlerinin kapaklarına vs. akla hayale gelmeyecek mektup ‘kağıt’larına yazılan mektuplar görüyor, o çarpık ve eksik yazıları okurken gözlerimi kendimden kaçırıyordum. Bir insanın derdi, feryadı, hâceti, umudu, hayali, ellerimdeydi.

İlk günler zordu, alışmak zordu ama, artık bu yükü benim aciz yüreğim taşımıyordu. Gün geçtikçe çığ gibi büyüyen bir birlik vardı, burada hüzün heyecana yakındı, çünkü yakında o elimde tuttuğum şey onun serüveninin başlangıcı olacaktı.

O kadar çok ihtiyaç sahibi vardı ki... Ve o kadar çok vermeyi özleyen, güvenmeyi özleyen, yıllardır böyle sahneler görmeyen... Dernek büyüdü. Birlikte taşıdık derneği bir inşaat sahasına. Bittiğinde kocaman bir tesis gibi olacaktı. Bölüm bölüm bitti, yavaş yavaş yerleştik. Herşeye en baştan başladık. Biz gönüllüler, her işte vardık. Kimse siz kimsiniz demiyordu, kimse şüphe duymuyordu, kimse çekinmiyordu, kimse yorulmuyor, kimse karşılık beklemiyordu. Öyle bir uyum vardı ki, kim gönüllü kim çalışan, çoğumuz bilmiyordu. Zaten çalışanlar da gönüllüydü burada, bu kadar iş bu kadar karşılığa, hem de böyle bir tempoyla... Hepsi alınan sayısız duadan ve hazdan dolayı buradaydı. Harika bir yerdi burası, herkes herşeyin farkındaydı.

Bu kadar samimiyete rağmen işler çok da sıkı tutuluyordu. Her aile için dosya açılıyor, her hareket herkesin ekranına düşüyordu. İlk kez kullanılan bir işletim sistemi uygulanıyordu. Yine ilk kez tüm yardımlara barkod koyuluyor, bağışçıdan çıkan herşey adım adım bilgisayara işleniyordu. Sözgelimi ben 100 ayakkabı bağışladıysam ve o ayakkabıyı bugün hangi çocuk giyiyor diye merak ediyorsam, bana tek tek liste çıkarıyorlardı. İşler mükemmel ilerliyordu. Ödül üstüne ödül alıyordu dernek. Kalite belgeleme sistemlerinin tümüne sahip ilk dernek oluyordu, kamu yararına çalışan ilk dernek, kendi talebiyle uluslararası 4 ayrı denetim kurulunca denetlenecek kadar şeffaf çalışan ilk dernek...

İnsanlar ilk kez böylesine güvenmenin mutluluğunu yaşıyordu, yardım köprüsünün bir yerinde yer aldıkları için seve seve. Öyle bir oluşuma dönüşüyordu ki, yapılan yardım miktarı birçok ülkenin milli gelirini aşıyordu. Birileri anlamıyordu, bir delik arıyorlardı, ama bizler öyle korkusuzduk ki, sadece önümüze bakıyorduk ve tabii bu kadarını asla beklemiyorduk.

Çamur at izi kalsın... Çamur temiz birşeye atılır zaten, çamurlu birşeye çamur atma gereği duyulmaz, sonra dertleri attıkları şeyin çamur içinde kalması da değildir, beyaz olduğunu onlar da bilir, izi kalsın yeter derler, aymazca.

Aylardır susuyorum. Birinin çıkıp hepsinin rüya olduğunu söyleyeceğine inanmam, ortadaki bu tarifsiz karalama kampanyasına inanmaktan daha inanılır geliyor çünkü bana. İftira bekliyorduk, ama böylesini değil. Karalarlar diyorduk, ama bu kadar değil. Yıllardır ortadayız, çok kalabalığız, lokal kalırlar diyorduk. Bütün bir basının her gün, her sayfada, her haberde bir görev ifa eder gibi üzerimize çullanmasını beklemiyorduk.

Bir günde 18 tane iftira köşe yazısını aynı gazetede görmeyi kimse hayal edemez değil mi? Hakkımızda dava bile açılmamışken, savunma değil konuşma hakkı bile tanınmadan, biz ne olduğunu anlamaya bile mecal kalmadan böylesi bir linç; kimse anlamıyordu. Herkes hayret içinde seyrediyordu sadece.

Şaşkındık, ama umudumuz vardı. Fâsıktan gelen haber etkilemez diyorduk bunca emeği. Herkes gözünün gördüğüne değil, söylenene inanmayı tercih etti. Yıllarca emek emek, dua dua, uykusuz geceleri, sağlığını, evini barkını bu yola feda eden nice güzel gönülleri, bu kadar belgeyi, bu kadar gerçeği görmezden gelemezler dedik. Yanıldık. Hakkımızda dava açılsa diye sabırsızlandık. Ki kendimizi savunalım... Ortada bize açılan, suçlandığımız bir dava bile yoktu ki!

Ben yıllardır bu dernekteyim. Her gün rekor telefon gelen çağrı merkezinde telefonlara bakmaktan, 23 Nisan’da çocuklar için şenlik hazırlamaktan, koca derneğin arşivini dosya dosya bilgisayara işlemekten, yardım kolisi hazırlamaktan, çocuk giydirmekten, büyük organizasyonlarda tanıtım standı kurmaktan proje geliştirmeye varana kadar daha birçok dalında çalıştım, çalıştık. Her departmanından dostum var benim. Kapıda duranından, yönetim kuruluna kadar...

Keşke bir tek yanlış görseydim, bir hata. İçimin hayret yangınına su diye dökseydim.

Sonra elimle dosyasını doldurup yardım almasına sebep olduğum, derneğin hayatını kurtardığına şahit olduğum bir sürü insan. Bu insanların eline verilen kira, boğazından geçen lokma, derdine derman ilacı, çoluğun çocuğun ihtiyacı.

Hepsini harcadılar bu büyük patronlar. Büyük bir oyun kurdular, yine kazanamadılar ama, bir gün bile yaşamadıkları ne kadar güzel his varsa hepsini tek başına taşıyan bu köprüyü yıktılar, arkalarına bile bakmadılar. Dernek kan kaybetti, itibar kaybetti, ama en kötüsü bu insanlar derneğe uzattıkları ellerini ilk kez havada ve boş olarak gördü. Ve her kesimden milyonla insanın yüreğine emek emek işlenen güven duygusu bombardıman altında yok edildi.

Bir kez merak etselerdi keşke, derneğin yurtdışında şubesi var mı, bu dernek denetlenir mi, bu dernek hakkında suçlama var mı, kesinleşen karar var mı? Bir kez derneğin sayfasını tıklasalardı, on saniye ayırsalardı. Yazık.

Suskunluğumu davanın sonucunu beklemeden bozdum. Çünkü Baykal, Deniz Feneri Derneği’nin açtığı davada bir savunma yaptı, kanımı dondurdu. Aylarca tek konuşma konusu eylediği bu konuyu şöyle bağladı. “Ben Almanya’daki derneği kasdettim, Deniz Feneri Derneği üstüne alındı, ben onu suçlamadım ki!”

Bu kadar basit, öyle mi? Yalan söylemek ya da söyleyememek, yaptım da ne oldu havalarına bürünmek, böyle basit demek ki... Keşke sunacağı bir belge olsaydı, tabii efendim haklıyım, bunlar şöyle yaptı böyle yaptı diye sıralasaydı, yalandan bile olsa, bir iddiası olsaydı...

Ama olamadı. Sadece basit bir geçiştirme ve pembeye boyanmış bir yalan.

Şimdi fâsıktan gelen habere kanıp da derneğe sırt çevirenler ne düşünecek bilmiyorum. Hüküm vermeden önce bir on dakikasını anlamak ya da görmek için ayırmayanlar, ne diyecek..

Aylardır kirasını veremeyenlerin, sofrasına yemek gelmeyenlerin, boğazından lokma geçmeyenlerin âhını kim geçiştirecek peki? Hangi yalanla, çamurla örteceksiniz bu vebali?

Ben yine susuyorum, sadece bir hikâye paylaşacağım sizlerle. Bir anı, yıllar önce yazılmış. Aylardır derneğe atılan çamurdan nefessiz kalan bir garibin hikâyesini görmeniz için ve sonra bu savunmayı tekrar okuyunca beni anlamanızı istediğim için.


Not: Bir sonraki yazıda yer alacaktır.

  24.06.2009

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut