Rüya tabir etmek, hayatı tabir etmektir

Mona İslam

“İNSANLAR UYKUDADIRLAR, ölünce uyanırlar” der Rasulullah (sav) ve ekler “Ölmeden önce ölünüz”. İlk hadis-i şerif bize yaşadığımız hayatın mana itibariyle bir rüya olduğunu söyler. İkincisi ise rüya içinde uyanık ve şuurlu olmamızı, akıp giden hadiselere kendimizi bırakmamamızı öğütler. Bu tıpkı rüyası içinde rüyasını tabir eden, “şu şuna işaret eder”, “şunun anlamı şu olmalıdır” diyen, hatta rüyası içinde belli derecede olayların akışını kontrol edebilen kişinin durumuna benzer. Elbette insanların ekseriyeti için rüya içinde rüyanın kontrolünün mümkün olmadığı bir vakıadır. Bu yüzden insan rüyada yaptıklarıyla sorumlu tutulmaz. Bu kontrolsüzlük hali zamanımızda eskiye nazaran daha fazladır. Kanaatimce sebebi, bizim rüyaya pek de ehemmiyet vermeyen modern ve maddeci, pozitivist anlayışın kısmen tesiri altında olmamızdır. Hem dünyamızı sarıp sarmalayan gafletten mümkün mertebe sıyrılabilen, hem de rüyaya bakış açısını değiştiren, herkesin bu şuur halini kısmen de olsa yakalayabileceğine kesinlikle inanıyorum. İnsanın şuurla insani kemalat mertebelerinde yükselişi rüyalarının mahiyetini de, onlar içerisinde yapıp ettiklerini de değiştirir.

Yusuf suresinde “tevil’ül ehadis” kavramı Mübarek Kitap tarafından önümüze sürülür. Bu tam tercümesiyle “hadiselerin yorumlanması” kabiliyetidir. Hz. Yusuf’a verilmiştir. Alim ve Hakim isimlerine bakmaktadır. Birçok mealde ve tefsirde aslında “ehadis” terimi bizim de Türkçe’de kullana geldiğimiz “hadiseler” kelimesi olduğu halde, rüya yorumu bilgisi olarak çevrilmiş ve önünden ve ardından gelen rüya yorumlarına bağlanmıştır. Burada zahiren bir çelişki var gibi görünmektedir. Ayetlerin devamında “rü’ya” ve “ahlam” tabirleri uykuda görülen şeyler manasında kullanılmıştır. Bunlardan “rüya” misal aleminden görülen sayfalara, “ahlam” ise bilinçaltı karmaşık rüyalarına bakar. İnsan hayatının “uyanık” bölümlerinde ise bu iki kavramı ilkinde şuurla (rü’ya), ikincisinde gafletle (ahlam) muhatap olunan hadiseler nev’inden anlamak mümkündür. Yine “rü’ya” kelimesinde tek bir görüş ve tevhid çağrışımı varken, “ahlam” tabiri Arapça düzensiz çoğuldur ve tesadüfi olmayacak kadar kesrette boğulan bir nazara işaret eder. Arapça’da bu konuda bu iki kelimenin dışında bir başka tabir kullanılmamaktadır. Öyle ise burada incelemek istediğimiz “tevil’ül ehadis” kavramı sadece rüya tevili olmamalıdır.

Hz. Yusuf’un yaptığı işlere, başına gelen imtihanlara, aldığı sorumluluklara, ve başarıyla yürüttüğü vazifelere bakılınca gerçek ortaya çıkar. Ona Alim ve Hakim isimleri dahilinde “hadiseleri” yorumlama, doğru hüküm verme, olanı biteni ferasetle sezme, anlama, öncüllerini ardıllarını, sebep sonuç zincirini, mülkünü melekutunu fark etme, işaret ettiği asıl manayı görme yeteneği bahşedilmiştir. Bu tefekkür ve tefsirden ve analizden başka onları da kapsayan daha derinlikli bir bakış, kaderin sayfalarına, Esma’nın nakışlarına bir göz atış, ilahi maksatlara nazar ediş zaviyesinden bir yetenektir. Sadece akılla değil, akleden bir kalple, iman kuvvetiyle bakmak, gaybdan indirilen ilham sağnağından(bu peygamberlerde kuşkusuz daha üst bir mertebe olan vahiydir) pay kapmaktır. Ayrıca “ehadis kavramı çokluk çağrışımı yapmasına karşın gramatik olarak onu tamlayan “te’vil” terimi kesretten vahdete geçmeyi, çokluğa bütüncül bir bakışı anlatır. Rüya yorumu da bundan bağımsız değil, “tevil’ül ehadis”in içinden bir şubedir.

Hayatın içinde olanlar da aslında bizim irademizden bağımsız olarak vücuda gelirler. Kontrol edebildiğimiz kısım çok cüz’idir. Çoğunlukla olaylar silsilesi bazen teker teker, bazen bir anlamlı bütün oluşturan parçalar halinde gelip önümüze dikilir ve okunmayı beklerler. Onlara ferasetle bakmak, dikkatle okumak, manasını fehmetmek, işaret ettiği yere başımızı çevirip bakmak, ona göre kendimize çeki düzen vermek, ikaz ise istifade, müjde ise ferahlanma hissetmek ama her halükarda hayra yormak icap eder. Bu da tıpkı rüya içinde rüyasını tabir eden adamın hali gibidir. Bunu becerebilmek hassasiyetini yitirmemiş, safiyetini bozmamış, muhabbetle keskinleşmiş bir kalbin işidir. Zira ancak akleden bir kalp kesretten bir vahdet çıkarabilir, Rabbül Alemin’i bünyesinde taşıyabilen bir kudretle hadiseleri, isimleri cem edebilir. Olayları parça parça gören salt akıl ise vahdeti bozar ışığı karanlığa tebdil eder, görüp göreceği sadece ızdırap veren bir tek sahne olur. Geçmiş ve geleceğe nüfuz edemez, kendi dışına çıkıp alem kadar büyüyemez, bu yetenek sadece kalbin ehliyet alanına verilmiştir. Kalbin bilgeliği ise muhabbette saklıdır. İçinde sezgiler, duygular, hayaller, nereden olduğu bilinmeksizin bilişler bulunur. Rabbül Alemin’e, O’nun yarattığı hayata, takdirine, seçimlerine ve bütün bunlar için seçip ayırdığı kuluna yani kendinize muhabbetiniz varsa, olanı biteni muhakkak doğru okursunuz.

Tevil bütüncül bir okuma olduğu için, sadece kendi merkezinizden hayatı okumak değildir. Aynı zamanda başkalarının nokta-i nazarından da hayatı okuma çabasıdır. Zira hakikat bize gelirken onu kendi rengimize boyarız. Renklerin cem’i beyazı verdiği gibi nokta-i nazarların cem’i de hakikati verir. Bu da yine muhabbetle mümkündür. Kadim zamandan beri gelen her vahyin ısrarla öğütlediği gibi “kardeşinizi kendiniz gibi sevemezseniz” beyaz ışığa yani hakikatin saf haline asla ulaşamazsınız. Bu empati ile akıl yürütmeyle, istatistikle, sosyolojik araştırmalarla yapılabilecek bir şey değildir, ama sevgi ile hemencecik başkası oluverirsiniz. Hz. Ebu Bekir(ra)’ın “Allah’ım bedenimi öyle büyüt ki cehennemi kaplasın benden başkasını içeri alamasın” seslenişinde böyle cem eden bir sevgi vardır. Bu sevgi nedeniyle alemler kendisi için yaratılan (sav) tarafından “Bir dünya Ebu Bekir için yaratılırdı” buyurulmuştur. Yine bu sebeple Hz. İbrahim (as) tek başına bir millettir. Bu potansiyel hepimizin içinde çekirdek nev’inden de olsa mevcuttur. Üstelik bir fantazi olarak değil, hayatı anlamak, hakikate muhatap olabilmek için gerekli olduğundan içimize koyulmuştur.

Yine aynı sebepten rüyalar da hayatın kendisi gibi size olan muhabbetinden emin olduğunuz birine tabir ettirilirse daha doğru okunabilirler. Çünkü bir başkası sizden daha iyi “hem siz hem başkası” olmayı becerebilir. Bazen eşiniz, çocuğunuz yahut bir arkadaşınız size gelir ve başlarından geçen iyi yahut kötü bir olayı anlatırlar. Buna bir rüya tabiri gibi yaklaşır, dikkatle dinler sembol ve hadiselerin, karşımızdaki kişinin duygulanımlarının, kafa karışıklıklarının üzerinden evvel emirde “hayırdır inşallah” diyerek yorumlayabilirseniz, parçaları toplayıp karşınızdakinin evini (yani iç dünyasını) derleyebilirseniz anlamın ışığına vasıl olursunuz. Böyle bir tevilden sonra karşınızdaki de sizin elinizden çıkmış bir derlenip toparlanmışlıkla hadiseleri okur ve boğulduğu kesretten vahdete ulaşır. İşin en güzel tarafı da böyle bir çabada kader tarafından asla yalanlanmazsınız, yaşanan hadise aynen yorumlandığı gibi olur.

Hadiseler biz onlara ne anlam yüklersek o olurlar. “Rüya uçan bir kuştur, tabir edildiği üzere yere iner” hadisine de bu çerçevede bakmak gerekir. Yine Mübarek Kitapta Hz. İsa’nın mucizelerinden söz edilirken onun bir çamurdan kuş yapması, ve ona üflemesi mucizesi anlatılırken, M. Esed Arap dilinin kuş kelimesine yüklediği anlamlara bakarak, bunun bir talih, kader tasarımı olduğunu ve Hz. İsa’nın nefesinin de vahiy olduğunu, “Kaderinizi vahiyle canlandıracağım, talihinizi Ruh’ül Kudüs’le döndüreceğim”* demeye getirdiğini ayetin müteşabih maksatlarına değinirken anlatır. O halde pek ala uçan bir kuş olan rüyayı bizim kaderimiz olarak yorumlamak mümkündür. Zira hiç şüphe yok ki Rasulullah’ın kudsi sözleri de “Ben sizin en fasihinizim” demesinden de anlaşılacağı gibi kat kat anlamlar taşımaktadır. Bu da İsa (as) gibi olmasa da içinde vahyi taşıyan bir nefesle hadiselere üflediğimizde onları canlandıracağımıza, anlamlandıracağımıza, hayra tebdil edeceğimize işaret etmektedir. Bu nefes Allah’ın “min ruhi” (ruhumdan) dediği ve insana üflediği nefesten bir cüz olsa gerek. Çamurdan kuşlara can vermek, bütüncül bir hakikat okumasından sonra olayların gidişatına bir dua nefesi ile yön vermek demektir.

Kendi yaşadığınız olayların tabir ve tevili başkalarınınkine nispetle daha zordur. Zira tabir edebilmek için hem manaya dokunmak, hem de onun içinde boğulmamak gerekir. Oysa biz çoğu zaman yaşadıklarımızın içinde duygularımızla boğuluruz. Ya bir neşe ile sarhoş olur, ya bir kederle gözyaşlarına boğuluruz. Her iki halde de gözlerimiz bulanıklaşır, olayları ferasetle okuyamaz, dışına yükselip bakamaz oluruz. Bu sebeple insan insana muhtaçtır. Her birimiz özellikle de bize muhabbeti olan insanların hayatımıza bakışına, olaylarımızı yorumlayışına, bize nasihatlerine şiddetle ihtiyaç duyarız. Bazen hiç şüphesiz, tıpkı rüya tabirinde olduğu gibi yaşanılan olayın anlamını sadece biz bilebiliriz. Bazen hiçbir surette başkalarına anlatamayız. Ama yanımızda eve her getirdiğimiz olayı güzelce tabir eden, bizi hayırlı olana yönelten, ne yapacağımıza karar verirken elimizden tutan bir sevdiğimizin olması, telefon açıp “Geliyorum” dediğinizde hemen derdinizi dinlemeye hazır bir dostumuzun bulunması büyük bir nimettir. Böyle bakılınca rüya tabir etmeyi bilen bir dost bize zannettiğimizden daha çok yardım eder. Yine böyle bakılınca rüya terapisi denilen alanda yetkin isimlerin sözleri daha iyi anlaşılır. Sufilerin insanın seyr-i sulukünde rüyaya çok ehemmiyet vermeleri de yerli yerine oturur. Zira bir insana ne kadar değer verirseniz, onun hayatını o kadar derinlikli okursunuz.

Hiç kimse “Ben rüya görmüyorum, yahut hatırlamıyorum” dememelidir. Hepimiz zaten günde 24 saat rüya üzereyiz. Bunda bir teşbihten daha yüksek bir hakikat vardır. Mühim olan bunun farkına varmaktır. Eğer yaşanılan hadiselerin de rüya nevinden olduğunu bilirsek, ne neşeli anlar sarhoş edici, ne kederli anlar boğucu olacaktır. O zaman cennet nevi rüyalar yahut cehennem nevi kabuslar gördüğümüz zamanlardaki gibi etkilensek de şuurumuzu kaybetmeden, bu olay bana ne diyor diye sormayı başarabiliriz. Çünkü bazen görülen rüyalar gibi yaşanan olaylar da bizzat suretinden çok ötede manalara işaret ederler. Bizi “Hayy Allah! Bu buna mı delalet ediyormuş?” dedirtir ve şaşkına çeviriler. Biz İlimce ve Hikmetçe büyüdükçe, üzerimizde bu isimlerin tecellisi arttıkça rüyalar gibi, hadiseleri de yorumlamakta da mahir olabiliriz inşallah. Kanaatimce hayatın kendisi ile rüya arasında en fazla bir uzun metraj film ile bir kısa film arasındaki fark kadar fark vardır.


*Ali İmran 49. ayet.

  03.03.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut