Denemeler

Melekût Savaşları

YA SEKİZ, yahut dokuz yıl öncesiydi. Şükür ki hayatımın bir parçası haline gelmiş ders müzakerelerinden birine, yazık ki hayatımın ayrılmaz bir parçası olagelmiş gecikme alışkanlığımın eşliğinde gitmiştim. Mazeret arayan bir insanın her zaman için bulabileceği türden mazeretlerim vardı gerçi; sonuçta, gecikmiştim işte. Müzakeresi yapılacak bahis çoktan okunmuş, hatta müzakerede epey yol alınmıştı.

Okunan bahis, "Hikmet-i İstiaze" bahsi idi; ve ders müzakeresine adım attığımda konuşulan mesele, şükür ki, 'şeytanın şerrinden Allah'a sığınma'ya dair bu bahsin neden onikinci veya ondördüncü değil de 'onüçüncü' lem'a olduğu, bunun mâlûm '13' hususuyla irtibatlı olup olmadığı filan değildi. Onun yerine, meselenin aslına ve özüne dair birşeyler söyleniyor; okunan bahisten hareketle, 'şeytanın mülkte hissesi olmadığı halde' Kur'ân'ın neden insanı şeytandan istiazeye çağırdığının cevabı araştırılıyordu. Ben ise gecikmiştim, yorgundum, ve öte yandan, susmayı konuşmaya tercih edecek bir halet-i ruhiyeden oldum olası mahrumdum. O yüzden, konuya tam intikal edemesem de, aklıma düşen bir kelime oyunuyla hemencecik 'müzakerede sözüm olsun' teşebbüsünde bulundum. "Şeytanın mülkte hissesi olmadığı halde Kur'ân istiaze üzerinde bu kadar çok duruyor; çünkü şeytan melekûttan hisse kapmaya çalışıyor!"

Bu cümleye bir kelime oyununa niyet ederek başlamıştım gerçi; böylece, olsa olsa, yapılan müzakereye bir parça ısınabilmek istemiştim. Ancak, cümle bittiğinde, ağzımdan çıkanın—lillâhilhamd—bir kelime oyununun ötesinde olduğunu görecektim. Cümle bittiğinde, Rabb-ı Rahîm, cümleye başlarken aklımdan geçmemiş bir noktaya yöneltmişti dikkatimizi. Müzakerenin kalan saatleri, 'melekûttan hisse' nüktesinde kilitlenmişti.

İlgili bahsin böyle bir yoruma müsait olmadığını düşünen, düşündüğünü de açıkça ve rahatça ifade eden arkadaşlar çıktığını hatırlıyorum. Lâkin, ilgili bahisteki 'ehl-i dalâlet olan hizbü'ş-şeytanın zahiren cüz'î hatiatlarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlukatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcudatın vezâif-i âliyelerinin neticelerinin ibtal etmesine sebebiyet verdikleri' kabilinden ifadelerin bu yorumu pekâlâ mümkün kıldığını düşünenler de vardı. Öyle ya da böyle, yorgun bir zihnin bir egzersiz kasdıyla giriştiği bir kelime oyunu, hesapta olmayan bir mânânın açılmasıyla noktalanmıştı.

* * *

O akşam, ertesi sabah, ertesi gün ve ertesi hafta bu 'melekûttan hisse' meselesini düşündüm. Şeytanın yaptığı, tam da buydu. Şeytanın mülk cihetinde bir iddiası yoktu; o, mülkün ardındaki melekûtu ele geçirmek istiyordu. Şeytanın derdi, ağzımıza uzattığımız lokmayı elimizden almak değil, o lokmayı Allah'ın ikramı bilmekten bizi alıkoymaktı. Yediğimiz meyve, oturduğumuz minder yahut giydiğimiz elbiseler.. değildi şeytanın hedefi. Onun o meyveyi yememize, şu elbiselerle o minderde oturmamıza filan itirazı yoktu. Bütün bu 'mülk'lerin bizde olmasına ses çıkarmıyordu. Bir şartla ki, 'melekût'un taksimi ona bırakılsın. İstiyordu ki, melekûtu Allah'tan gayrısına verip dağıtsın o, ve böylece insanlar ekmeği elden, suyu gölden bilsin. İstiyordu ki, eşyanın 'mülk' yüzünde övgüye lâyık, hamde lâyık, takdire ve tebrike lâyık her ne varsa, bunlar Allah'tan gayrısından bilinsin.

Vâkıa buydu. Yoksa, şeytanın bilinen anlamda bir kapkaççılık yaptığına, filanın falan mülküne elkoyduğuna dair bir havadis işitilmiş değildi. İşitileceği de yoktu. Şeytan şu ülkede sayılarının az olmadığı anlaşılan türde hırsızlardan ve yolsuzlardan değildi. Eşyanın iki yüzü vardı; ve şeytanın uzmanlık alanı, mülk yüzüne bedel melekût yüzünden hisse koparmaktı.

'Mülk' yüzü bildiğimiz yüzü idi eşyanın. Portakalın kendisi, rengi, kokusu, tadı.. bütün bunlar mülk yüzünün görüntüsüydü. Bütün bu mahlukat, şu gördüğümüz haliyle 'âlem-i mülk'ü temsil ediyordu. 'Melekût' dediğimizde ise, bu 'mülk'ün hakikati, niye ve nasıl var olduğunun cevabı devreye giriyordu. Meselâ, portakalın rengi 'mülk'e dair bir soru ise, o rengi nasıl edindiği 'melekût'a dair bir soru idi. Keza, portakalın üzerindeki o kokuyu, tadı, devayı nasıl edindiği kabilinden sorular da melekût yüzüne dönük sorulardı. Dolayısıyla, bu sorulara cevap verdiğimizde, portakal 'mülk'ünün melekûtuna; yani, özüne, aslına, içyüzüne, hakikatına dair bir cevap vermiş oluyorduk.

Açıkçası, eşyanın mülk yüzü halin, melekût yüzü ise hakikat-ı halin ifadesiydi. Her bir şeyin her bir özelliğiyle nasıl ve kim tarafından var edildiğinin cevabı, melekût yüzüyle ilgiliydi.

Ve, nerede bir bina görsek onun üzerine bina edildiği bir temeli ve zemini olduğu gibi, eşyanın 'mülk' yüzünün bir de 'melekût'u vardı. Eşya ancak melekût yüzüyle vücut buluyor, velhasıl melekûtsuz var olunmuyordu. O yüzden de, insan her ne şey görürse görsün, o şeyin melekûtuna dair sorular muhakkak gündeme geliyordu. Bu şey neyin nesi? Nasıl var olmuş? Niye var olmuş? Yapan kim? İnsan, böylesi melekûtî sorular sormadan duramıyordu. Sonuçta, insanın hayatının rengini bu sorulara bulduğu melekûtî cevaplar şekillendiriyordu.

Sözün kısası, melekûtsuz bir mülk olmadığı gibi, melekûtî cevap aramayan bir insan da yoktu. Şeytanın işi gücü ise, 'mülk'ün melekûtuna dair bu sorular karşısında akla çelmeler takmaktı. Melekûtun doğru tarifi yerine sahte melekûtlarla insanı oyalamaktı.

'Sahte melekût.' Şeytanın 'melekûtta hisse' derdine dikkatle başlayan zincirleme tefekkür gayretiyle ulaştığım yeni durağın adı, tam da buydu. Gerçek melekûtu red veya inkâr veyahut ihmal eden, melekûtsuz kalmıyor; gerçek olana bedel, sahte bir melekût üretiyordu. Meselâ, eşyanın varoluşuna dair bütün izahlarda bir 'ulûhiyet' mânâsı muhakkak vardı. Kâinatı yaratan bir ilahın varlığını kabul etmeyenler eşyanın kendisine ulûhiyete lâyık vasıflar yüklüyorlardı. lemlerin Rabbini tanımayanlar, inkâr edemedikleri terbiye ve idare hakikatini Rabb-ı Rahîm'den gayrısına bağışlıyorlardı. İhtiyaçlarına karşı Allah'a dayanıp korkularına karşı O'na sığınmanın nefsin firavunluğuna dokunduğu için semtlerine uğramadığı insanlar dayanıp sığınacak biri bulmadan da duramıyorlardı.

Kısacası, mülke mukabil melekût, muhakkak vardı. Ancak, melekût gerçeğine gözünü kapayanlar, hayalî ve sahte melekûtlar kurguluyorlardı.

Hintli hakikat arayıcısı Ananda Coomaraswamy'nin tesbiti, işte bu bakımdan, ne kadar da anlamlıydı. "Gerçekte, teolojik olmayan tek bir bilgi yoktur" diyordu Coomaraswamy. Nitekim, dinin ortaya koyduğu izahlara 'teolojik' diye sırt çevirenler, sonuçta son derece 'teolojik' izahlar üretiyorlardı. Vahiy nuruyla aydınlanmış melekûtî cevapları reddedenlerin ürettiği şey, sahte melekûtlardı.

Sözümona melekûtu reddeden 'bilimsel' çalışmalar bunun belki de en açık örneğiydi. Kâinatın varoluşunu herşeye kâdir olan ve herşeyi bilen Kadîr ve Alîm bir Yaratıcıyla izahı bilimsel bulmayanlar, elektron gibi bir partiküle, DNA gibi bir moleküle, amip gibi bir tek-hücreliye dahi, herşeyi görür bilir ve çekip çevirir bir nitelik yüklemiyorlar mıydı? Hayatı Allah'ın eseri görmekten ısrarla kaçınanlar, 'biyoloji' görüntüsü altında, her bir canlının Alîm-i Mutlak sûretine büründüğü bir 'biyomitoloji' sahnesi kurmamışlar mıydı? Hem, rahmeti ve ihsanı nihayetsiz bir Hâlik-ı Zülcelâl Kur'ân'ıyla varlığını ve birliğini bildirdiğinde "Biz Rahmân'ı tanımıyoruz" diye karşılık verenlerin şu zamandaki manevî torunlarının dilinden düşmeyen şu 'Doğa Ana' neyin nesiydi?

* * *

Bu açıdan bakınca, rahatlıkla, "Aslında yeryüzünde tek bir materyalist dahi yoktur" diyebilirdi insan. Sözümona Allah'ı reddedenlerin uluhiyeti reddediyor değillerdi; maddeye yükledikleri özelliklere bakılırsa, onlar şu dağılıp bozulan maddeyi ilahlaştırıyorlardı.

Aynı şekilde, yeryüzünde birtakım ateistlerin dolaştığı da söylenemezdi aslında. Kendine 'ateist' denilenler, gerçekte, Mâbud-u Hakikîye bedel aklını seven ve kendisine tapanlardı. Gündelik hayatın içinde, özellikle de televizyon karşısında veyahut gazete sütunlarında kimilerinin kendilerini anlatış biçimine bakınca, şaşıp kalıyordu insan; sanki bir 'insan'ı değil de bir 'ilah'ı tarif ediyorlardı! 'Bilmediği konu, yapamayacağı iş, aşamayacağı engel olmadığı'nı iddia edenler az sayıda mıydı? Hem, ilham kaptığı çiçeğin 'tesadüfen oluştuğu'nu iddia ettikten beş dakika sonra kendi yaptığı çiçek resminin 'yarattığı son eser' olduğunu anlatanlara ne demeliydi?

Her bir şey 'mülk' yüzünün gerisinde ve temelinde bir 'melekût'la varolduğu için; ve de insan bu melekûtu kavrayacak bir donanımla var edildiği için, melekûtsuz yaşanamazdı sözün kısası. Hakikî melekûtu göz yahut kulak ardı edenlerin durağı, böylesi sahte melekûtlardı.

* * *

'Melekût'a dair düşünce yolculuğumun bu noktasına geldiğimde, gözümün önüne, iman hakikatlerine karşı topyekün bir inkâr ve Allah'a karşı topyekün bir isyanın beşiği olmuş modern zamanların hali gelecekti. Sözde 'akıl ve mantık çağı' olan şu modern zamanlar, evvelemirde, maddeyi ilahlaştırma ve nefsini putlaştırma zamanlarıydı. Ancak, insanlık kalb ve ruh midesine uymayan bu hali iki dünya savaşıyla kustuğunda, maddenin kâr etmediği de, nefsin güvenilir bir yâr ve dünyanın kalıcı bir diyar olmadığı da anlaşılmış durumdaydı. Maddecilik ve nefisperestliğin ruhu doyurmadığı böylece anlaşıldığında şeytanın yaptığı, 'din' görünüşlü yepyeni 'sahte melekût'lardı. Bir ilahı reddedenlerin her bir şeye ilahlık vermeleri misali, vaktiyle semavî din hakikatini elinin tersiyle reddedenlerin elinde şimdi 'insan eseri' yüzlerce din vardı.

Modern zamanlarda materyalizmin, ateizmin, agnostisizmin, naturalizmin ve rasyonalizmin beşiği olmuş Batıda yaşananlar, bu açıdan son derece manidardı. Sosyal tarihçi Theodor Roszak'ın vurguladığı üzere, tarihin her döneminde inançsız insanlar vardı, ama ilk kez modern zamanlarda dine karşı 'küresel' ve sistemli bir muhalefet yaşanacaktı. Bu sistem çöktüğünde ise, ruhunu bu maddeci enkazın altından kurtaran nice insan vaktiyle terkettiği semavî din hakikatine geri dönüş için yola koyulduğunda, karşılarını yolun orasına burasına pusu kurmuş 'melekût avcıları' çıkacaktı. Nitekim, şu an Batı dünyasında yüzlerce 'din' ve bir o kadar 'peygamber' vardı. İnternet gayyasındaki 'portal'ların 'religion' kısmını tıkladığında 'New Age,' 'Occult,' 'Esotericism' vs. başlığı altında karşımıza çıkan insan-eseri yeni 'din'lerin hepsini akılda tutmak imkânsızdı.

Ne var ki, hakikatin bir ucunu, daha doğrusu küçük bir kırpıntısını alıp bin türlü safsataya bulamaktan öteye gitmeyen bu 'din'lerin her birinin kendisini tanıtırken, 'insanın mutluluğu,' 'huzurlu bir hayat,' 'iç huzuru,' 'tutsaklıktan kurtuluş,' 'özgürlük' gibi hususlara vurguda bulunması manidardı. İnsanı kerîm ve rahîm bir Rabbe ibadet etmekten 'kurtaran' materyalizm, ruhsuz, katı ve duygusuz maddenin ellerine teslim etmişti onu. Herşeyi gören ve bilen bir Rabden uzak duranların sığınağı, görmeyen ve bilmeyen, duymayan ve çekip çevirmeyen, ancak gene de huzurunda saygıyla eğilinen taşlardı.

Ancak, nefis kör olsa da, hatta akıl görmese de, vicdan gerçeği görüyordu. 'Nokta-i istinad' ve 'nokta-i istimdad' iki sarsılmaz kodu idi vicdanın. Hayatı içinde uğradığı sıkıntı, musibet ve de düşmanlarına karşı bir istinad noktası, ihtiyaçlarına karşı da bir istimdad noktası arıyordu insan. O yüzden, 'madde' adına vahiy sırrından koparılan, ancak sırf 'madde'yle de yapamayan modern insanın şimdiki özelliği, gerilmiş bir yayın boşalması, yahut zincirinden kurtulmuş bir buzağının evvelemirde sağa sola koşturması veyahut henüz mecraını bulamamış bir akarsuyun oraya buraya kol atması misali, bu kez, 'din' namına karşısına her ne çıksa kabul eder hale gelmesiydi.

Daha açık konuşursak, 'Aydınlanma' adı verilen insanlık tarihinin en kalın gaflet döneminden bugüne, 'rasyonalizm' görüntüsü altında ve 'pozitivizm' iddiasında, sözümona 'sağlam' ve 'su götürmez' bir model inşa edilmiş; ve şeytan açısından işler epeyce rayına girmişti. Ancak, işler sarpa sarınca, yani maddeye ilahlık yükleyen, atomu Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak bilen, insanı putlaştıran materyalizmin 'melekût'unun sahteliği anlaşılınca, şeytanın yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalacaktı. 'Dinsiz de yaşanır' hükmünden çark edip 'Din olmadan olmuyor' noktasına gelindiğinde, şeytanın yaptığı, 'madde-bağımlısı' olmanın getirdiği ruh açlığıyla maneviyat namına karşısında ne bulursa silip süpürmeye hazır hale gelmiş modern ruhlara sunulan şeytanî reçete, 'din' kisveli sahte-melekûtlardı. Bu bâbda Eckankar, Seth, kutsal geometri, Michael öğretileri, Neutopia, JeungSanDo, Satanizm, Dördüncü Yol, Bahailik, Cao Dai.. derken, bir yığın sözde 'din' ve 'maneviyat' boy vermişti. Zerdüştîlikten eski Aztek ve İnka dinlerine, şamanizmden paganizme.. geçmişte kalmış bir dizi şirkâlûd geleneğin modernize edilmiş biçimleri de devredeydi. Kendisinin 'aydınlanmış' gören ve gösteren, bu arada herkesin anlamadığı üç-beş gizemli kavramla insanlara seslenen herkes etrafına birilerini toplar haldeydi.

Hakikî melekûtu redde yönelmenin sonucu olan vicdanî ve insanî geritepmelere mukabil, şimdi, "Maneviyat mı istiyorsun; al sana şöylesinden" kabilinden oyunlar oynanmaktaydı. Sonuçta ortaya çıkan, kıran kırana bir 'melekût savaşı'ydı. Bu savaş, şimdilerde, hakikî melekûtu haber veren ve Kur'ân'da 'ed-dîn' olarak, yani 'dinin ta kendisi' olarak tanımlanan tevhid dini İslâm ile şeytan parmağı karışmış 'insan eseri' sahte dinler arasındaydı. Ve bu savaş, esasında, insanlık tarihi boyunca değişik sûretlerde hep yaşanıp durmaktaydı. İbrahim karşısında putlar, Musa karşısında sihirbazlar, Süleyman karşısında Sebe' halkı.. derken, bütün peygamberlerin müntesibi olduğu hak dine karşı 'din' kisveli sahte melekûtlar hep olmuştu ve olacaktı.

Ve bugün, bu melekût savaşının asıl sahnesi, her türlü sözde dinin dokunulmaz, İslâm'ın ise terörizmle özdeş ilan edildiği Batı dünyasıydı. Herşeye rağmen Batıda İslâm'ı bulan milyonların ihtida öykülerinde, İslâm'a gelmeden önce uğranılan bir sürü durak vardı. Birçok muhtedinin ancak Santeria'dan Wicca'ya, Aum Shimri Kyo'dan Mazdaznan'a bir dizi yol denedikten, inhirafa uğramış Uzak Doğu dinlerinden Afrika dinlerine epeyce bir dolaştıktan, seksen türlü guru'nun peşine takıldıktan sonra İslâm'a gelmesi boşuna mıydı? Selam ve barış demek olan İslâm'a karşı savaş ilan etmişti şeytan; insanı Rabbiyle buluşturan ve böylece onun kendisiyle, hemcinsleriyle ve kâinatla barışık olmasını sağlayan barış ve selâmet dinini 'terörizm'le özdeş göstermeyi pekâlâ becermişti. O yüzden, "İslâm olmasın da ne olursa olsun" diye düşünmüştü niceleri; o yüzden, ancak 'ne olursa olsun'lar denendikten sonra İslâm'a gelinmekteydi.

* * *

Hem, Batı artık bir coğrafî yön olmanın ötesinde zihnen ve fikren 'dünyanın tamamı' demek olduğundan, Batıda pişen yemeğin kokusu artık buralarda da duyulur haldeydi. Şu ülkede, "Dindar olmasın da ne olursa olsun" mantığıyla yaklaşılan çocukların, materyalizm ve eyyamcılıkla ruhlarını doyuramayıp, dahilî-haricî bir dizi engeli aşıp İslâm'a da muhatap olamayıp kalakalınca ne yapıp edecekleri, nerelere kadar yönelecekleri satanizm gibi sahte dinlerin, büyü-gizem-meditasyon türü şeylerin, reenkarnasyon muhabbetlerinin, Uzak Doğu esintilerinin.. ilgili kesimin gençleri arasında bulduğu rağbetten anlaşılabilirdi. Oturduğum Kadıköy'de, çocuğunun bir vakit namazı için Osmanağa Camiine adım atması hayaline dahi tahammülü olmayan kaç ailenin evladı Akmar Pasajının bodrumunda heavy metal-satanism-esoterizm karışımı puslu bir havayı soluyordu kimbilir?

İnsan, 'intisap'sız olamıyordu. Vicdan 'nokta-i istinad ve istimdad'sız duramıyordu. 'Aklıkarışıklar için Kılavuz' yazan E. F. Schumacher'in dediği gibi, "Modern zamanların dinsiz yaşama deneyi başarısızlıkla sonuçlanmış" durumdaydı. Zaman göstermişti ki, "kilisesiz yaşanabilir belki; ama dinsiz asla!"

Dindar gördüğünde öcü görmüşcesine irkilir hale getirilen, camiye girmektense hapse girmeyi tercih eder derecede dinden ürkütülen gençler kuytu pasajların rutubet ve biraz da esrar kokan bodrumlarında aslında belalarını filan arıyor değillerdi. Mevlâlarını arayan fıtratlarının önü öylesine kesilmiş, aslında sırat-ı müstakîmi bulmak üzere başlamış yolculukları hengâmında önlerine öylesine yanıltıcı işaret tabelaları dizilmiş ve bu yüzden esasında Mevlâya giden yolları öylesine bükülüp eğilmiş idi ki, 'doğru'yu bulma adına kimi satanist oluyor, kimi 'occult' takılıyor, kimi 'New Age'e yaslanıyor, kimi 'ruhçuluk'la idare etmeye kalkıyordu. Ama her hâlükârda, şu ülkenin özellikle ve ısrarla dinden bigane kesiminden zuhur eden böylesi gençlik manzaraları, "Dinsiz yaşanmaz" gerçeğinin belgeleriydi. Gelin görün ki, işte bir kez daha, en samimi arayışlar, yürütülen şeytanî melekût savaşıyla, sonu gelmez karanlık dehlizlere sürüklenmekteydi.

Öte yandan, ne bağlanma katsayısı, ne de salâbet ve cesareti böyleleri kadar yüksek olan kimileri de, daha 'light' formüller peşindeydi. 'Light'ın İngilizce'de 'ışık' ve 'nur' anlamını hafife alıp 'hafif' anlamını ağıra satan bu grup için, arada bir başvuracakları bir maneviyat zemini yeterliydi. Öyle, kıyafetlerini bile etkileyen büyük değişimlere gelemezlerdi. Biraz 'spiritualist' takılmak, arada bir reenkarnasyon muhabbetlerine katılmak, Uzakdoğu maneviyatının pazarlanabilir hale getirilip ticarîleştirilmiş bir versiyonundan kâm almak kimileri için şimdilik yeterliydi. Maamafih, arada bir ruh çağırma seansı yapanları, Tarot falına baktıranları, 'astrolog' ünvanının altındaki 'bilimsel' görüntüleriyle pek de makbul 'kahin'lerden ilham kapıp medyumlardan medet umanları da vardı. Bu arada, şu tütsü modası yahut Afrika totemciliğinin tezahürü tahtadan oyma putçukları orada burada satan siyahî simaların bir hayli alıcı da bulması neyin nesiydi?

Uzun sözün kısası, bir kez daha, melekût arayışı içindeki nice insanın yolu bir sahte melekûtla kesilmekteydi.

* * *

Maamafih, birileri, bütün bunların üç-beş gencin heveskârlığından öteye geçmediğini söyleyecekti belki. Muhtemelen, cevaben, akılları şimdilik izinde olduğu için birilerinin izinde olan eyyamcı gençlik tabloları çıkarılacaktı karşımıza. Ancak, dikkatle bakınca, o gençlerin halinde dahi bir melekûtî özlemin ipuçları saklı değil miydi? Meselâ, atalarını yürekten sevdiğini söyleyen gençlerden bunu gerekçeleri istendiğinde işitilen sözler, gerçekte bir manevî önderin, hatta bir peygamberin, hatta zaman zaman uluhiyetin tarifini içeriyor değil miydi? 'Yol gösteren,' 'fikirleriyle ışık tutan,' 'geleceği aydınlatan,' 'gerçekleri öğreten,' 'bizi kurtaran,' 'varolmamızı ve varlığımızı korumamızı sağlayan…' Daha 'maddî' tanımlar yerine ucu maneviyata dayanan böylesi tanımların zımnında yatan neyin nesiydi? Burada dahi, bir manevî arayışın izi okunabilir; ve bu manevî arayışın yönünü değiştiren 'melekût savaşları'nın bir başka cephesi böylece keşfedilebilirdi.

Hele hele, bu çocuklara ve gençlere—ister ezbere olsin, ister gönülden—böylesi sözler söylemeyi öğreten koca koca büyüklerin malum defterlere yazdıklarına filan ne demeliydi? "Biz seni görmesek de sen bizi görüyorsun" ne demekti? 'Senin varlığından aldığımız güçle' derken vurgulanan neydi? Bu sözler, gerçekte Semî, Basîr, Kadîr ve Alîm bir Rabbe söylenmesi icab ederken bizim gibi fanilerden bir faniye yöneltilmiş sözler değil miydi? Bâkî-i Hakikî'yi unutanların bir faniyi vasfederken böyle tarifleri tercih edişleri, insanın ilmi ve kudreti sonsuz, herşeyi görüp işiten merhametli bir Rabbe sığınmadan yaşamasının imkânsızlığına bir karine teşkil edemez miydi?

Açıkçası bu vasıflarla muttasıf bir Rabbi tanımasa yahut tanımak istemese dahi, insanın gelip dayanacağı yer burasıydı. Bu vasıfları Allah'a vermeyince, O'ndan gayrısına veriyordu. Her hâlükârda, Semî ve Basîr, Kadîr ve Alîm, Rahmân ve Rahîm bir Rabb olmadan edemiyordu.

Yani, burada da mı melekût savaşlarının bir başka perdesi sahneye konmuş durumdaydı? Böylesi isimlerin sahibi olan Zât-ı Zülcelâl'i bu isimlere olan ihtiyaç dolayısıyla tanımaktan alıkoymak için, bu isimlere başka sahipler mi bulunuyordu?

İster öyle olsun ister böyle, Batıda da, şu iklimde de, bir vâkıa vardı. Bu, esasında, çağlar boyu yaşanan bir vâkıaydı. Bir yanda, esmâ-yı ilâhinin bir tecellisi olarak 'âlem-i mülk;' onun ardında ve zımnında ise, bu esmânın perdesiz gözüktüğü melekût vardı. Melekût âlemi, mülk âleminin temeli, zemini, aslı ve özü hükmündeydi. Ve insan, eşyayı melekûtuyla tanıyabilir, her bir şeyin mülk ciheti de, melekût ciheti de yed-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâl'i bilebilir ve yalnızca O'na ubudiyet etmekle kıvamını ve kemalini bulabilir bir fıtratta yaratılmıştı. Melekûtsuz yaşanmazdı. Nokta-i istinad ve istimdadsız durulmazdı. Rabsiz ve ilahsız bir hayata kimse dayanamazdı.

İşte o yüzden, kendi isyanına 'suç ortağı' arayan ve insanı gözüne kestirdiği için onu da isyana ve nisyana sürüklemeye çalışan; nitekim, Rabbine karşı "Andolsun! Onların önünde Senin hak yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara sağlarından ve sollarında, önlerinden ve arkalarından sokulacağım" diyen şeytan, melekût savaşları hengâmında bu dört tuzağın dördünü de denemekteydi. Dört koldan sahte melekûtlar arayışındaydı. Soldan yaklaşabildiklerine melekût maddenin, tabiatın ve insanın kendisininmiş gibi gösteriyor; öyle yaklaşamadıklarına ise din görünümlü sahte melekûtlardan İslâm'ın çarpıtılmış yorumlarına uzanan bir dizi seçenek sunuyordu. Önlerinden yaklaşabildiklerine 'New Age' türü yeni 'din'leri, arkalarından yaklaşabildiklerine geçmişte kalmış şirkâlûd dinlerin modernize edilmiş biçimlerini arzediyordu. Böylece, gerçek olana karşı sahteleriyle ortalığı bulandırma çabası içinde; ve gerçek nokta-i istinad ve istimdada bedel, sahte dayanak ve sığınaklar sunma derdindeydi.

Batıda bin türlü 'din'in zuhuru bu sebeptendi. Şu diyarda da, ister Batıdan mülhem ister yerli malı, böylesi sahte melekûtların boy gösterir olması da bu yüzdendi.

* * *

Bu melekût savaşları tablosunun şeytana bakan veçhesi böyle olmakla birlikte, işin melekî ve gerçekten melekûtî bir veçhesi daha vardı. Demek ki, önü hangi küfrî açıklamayla kesilirse, hangi sahte melekûtla kesilirse kesilsin, fıtrat ve vicdan, ruhlar, kalbler ve hatta akıl imandan melekûttan yanaydı. İnsan, mülkün ardındaki melekûtunu arar ve böylece Rabbini isimleriyle kavrar bir donanımdaydı.

O halde, mü'minlere düşen, aklı varoluşu kavramaya çalışan, lâkin arayış hengâmında yanlış adrese giden insanlara doğru adresi göstermekti. Vicdanı güvenilir bir dayanak ve sığınak arayan ama yanlış kapıyı çalanlar için doğru kapıya kılavuzluk etmekti. Meselâ, varoluşu izah bâbında maddeye ve sebeplere uluhiyet izafe edenlere Hâlik-ı Zülcelâl'in uluhiyet ve rububiyetini yarattığı kâinatın şahitliğinde izah ve isbat etmeli idi mü'min. Keza, ruhu beka isteyen, ne var ki alıcıları ahirete kapalı olduğu için faniliği tescilli şu dünyada bir sahte-beka modeli olarak reenkarnasyondan medet bekleyenlere ahiret hakikatini bildirmekti.

Kısacası, melekût savaşlarında şeytan ve şürekası kendine yakışanı yaparken, mü'minlerin eli kolu boş duracak değildi. Onlara yakışan bir görev elbette vardı. Bu görev ifa edildiğinde ibrenin melekût hakikatine ve hakikî melekûta döneceğini söylemek için ise ne kahin, ne büyücü, ne astrolog, ne de medyum olmak gerekliydi. Koskoca insanlık tarihi gözümüz önündeydi. Tarih, bilhassa peygamberler tarihi, özellikle de Cahiliyeden Asr-ı Saadet çıkaran İslâm'ın doğru dosdoğru biçimde sunulduğunda sahte olanın çözülüp gittiğini belgelemekteydi.

O yüzden, doğruyu dosdoğru biçimde belleyip doğruca fıtratların dikkatine arzetmeliydi. Melekût savaşlarının müstakbel safhası, buna göre şekillenecek; bu yapılmazsa sahte melekûtların biri gidip ikisi gelecek, bu yapılırsa melekût hakikati sahte melekûtları silip süpürecekti.

  06.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut