VOLKAN GAZETESİNİN M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yayına hazırlanmış olup İz Yayıncılık tarafından yayınlanan yeni harflerle tıpkıbasımının sayfaları arasında dolaşırken, başka birçok şey kadar, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ne dair bir nüans da dikkat çeker.
Gazetenin 4 Şubat 1324, yani 17 Şubat 1909 tarihli sayısının manşetinde, bu cemiyetin nizamnamesi yer almaktadır.
Gazetenin 3 Mart 1325, yani 16 Mart 1909 tarihli sayısının birinci sayfasında ise, gazetenin sahibi ve başyazarı Kıbrıslı Hafız Derviş Vahdetî “bugün meclis-i idare azalarıyla nizamnamesi neşrolunan” İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nden söz etmektedir.
Bir cemiyet için iki ayrı zamanda nizamname neşri, elbette sıradışı bir durumdur. İki nizamname arasında bir fark olup olmadığına bakıldığında ise, yeni nizamnameye eklenen 1. madde dışında, pek bir farka rastlanmaz. Ama o tek maddelik fark, ziyadesiyle önemlidir. Çünkü, “Madde: 1) Cemiyetin reisi Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemdir” kaydı düşülmektedir.
Peki, bu bir ay içinde neler olmuştur da, iki ayrı nizamname neşredilmiştir? Ve, ikinci nizamnamenin başına, neden bu muhtevada bir ‘1. Madde’ eklenmiştir?
Bu soruların cevabını, 31 Mart sonrasında oluşturulan Divan-ı Harb’indeki savunmasında Bediüzzaman, şu ifadelerle verir:
“İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi vücuda gelsin. Sonra işittim: Bu ismi mübareki, bazı mübarek zevat—Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi—daha basit ve sırf ibadete nakletmişler. Ve o cemiyetten kat’-ı alâka ettiler. Ve siyasete karışmayacaklar. Lakin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez. Ben nasıl ki yedi cemiyete mensubum. Zira maksatları bir gördüm. Kezalik, o ism-i mübareke intisap ettim.” |
Bediüzzaman, daha sonra, “Lakin tarif ettiğim ve dahil olduğum İttihad-ı Muhammedî’nin (a.s.m.) tarifi budur ki” diyerek, ana eksenini Volkan gazetesinin 27 Mart 1909 tarihli nüshasında “Sadâ-yı Hakikat” başlığıyla yer alan yazısının ilk paragrafının oluşturduğu şu cümlelere yer verir:
“Bu ittihadın cihet ve irtibatı, tevhid-i ilâhîdir. Ve peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, ‘Kâlû Belâ’dan dahil umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da, Levh-i Mahfuz’dur. Ve bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Ve yevmiye-i cerideleri de, i’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum cerâid-i diniye; kulüb ve encümenleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâdır. Merkezi de, Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-ı Âlem’dir (a.s.m).” |
Uzayıp giden bu satırlar, bir grup zevatın II. Meşrutiyetin ‘demokratik’ ortamına güvenerek dindarâne bir hamiyetle İttihad-ı Muhammedî namında bir siyasî oluşumu başlatmak istediklerini; ama Bediüzzaman Said Nursî gibi isimlerin, bunun bütün zamanlardaki bütün mü’minleri temsil eden kucaklayıcı bir ismin ve ünvanın belli bir fırkaya inhisar ettirilip onun haricinde kalan herkesi dışlayıcı bir mahiyete dönüşeceği endişesiyle duruma müdahale ettiklerini gösterir. Bu müdahale, bir siyasî parti olarak tasarlanmış oluşum, münhasıran siyasî bir anlam ifade etmeyen bir ‘cemiyet’e dönüşmesi sonucunu getirir. Ama ‘fırka’daki kadar ürkütücü boyutta olmasa bile, burada da İttihad-ı Muhammedî gibi bütün mü’minleri kapsayan bir mübarek ismin ‘inhisar’ altına alınması riski vardır. Bediüzzaman gibi isimler bir kez daha devreye girecek; bu riski bertaraf etmek üzere cemiyet nizannamesinin 1. Maddesinin buna göre yeniden düzenlenmesini sağlayarak, bu cemiyetin kendisini Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselamın ümmeti olarak gören herkesi otomatikman içerir bir hal almasını temin edeceklerdir. Bediüzzaman’ın daha sonra Volkan’da yayınladığı “Sadâ-yı Hakikat” başlıklı yazı, onun bu noktadaki duruşunu bir kez daha teyid eder niteliktedir.
Tarihin kayıt altına altına bütün bu olup bitenlerden hâsıl olan bir mânâ vardır: Bediüzzaman Said Nursî, bütün mü’minleri kuşatan bir ismin, bir ünvanın ‘dışlayıcı’ bir kullanıma konu edilmesini bir yana bırakın, böyle bir kullanım riskinin ihtimal dahiline girmesine dahi karşıdır. Hayatın akışı içinde, mü’minler ihtiyaç duydukları teşebbüslere girebilirler, bir grup mü’min biraraya gelip ortak bir inisiyatif başlatabilir. Ama bu inisiyatif, bütün mü’minleri kuşatan bir mânâyı asla ve asla kendi inhisarı altına almamalı; dahası, bunun kokusundan ve ihtimalinden dahi uzak durmalıdır.
Bediüzzaman’ın ‘İttihad-ı Muhammedî’ye dair bu hassasiyetini anlamlı bulduğum için, yıllar önce bir derginin İslâm ismiyle yayınlanması rahatsız etmiştir beni. İslâm ismi, sadece bir dergiyi çıkaran yayın ekibinin taşıyabileceği kadar dar bir muhtevayla mahdut değildir çünkü.
Yine aynı şekilde, “Kur’ân’daki İslâm” gibi, “Kur’ân’ın Anlattığı Peygamber” gibi, sonuçta bir kişinin elinden çıkmış olmakla birlikte, Kur’ân’daki İslâm’ı veya Kur’ân’ın tarif ettiği Peygamberi o bir kişinin anlayışıyla kısıtlayan başlıklardan da hep rahatsız olmuşumdur.
Yakınlarda, yayınına başlanan yeni bir derginin ismi, yine aynı hassasiyete binaen, beni rahatsız etti: Kur’ânî Hayat.
Bu isim, elbette ki, dikkatleri Kur’ân’a, hayatlarımızı Kur’ân’la hayatlandırmaya yöneltme düşüncesiyle tercih edilmiş olsa gerek. Ama öte yanda, şu gerçek de var: Kur’ânî hayat, sadece bir dergiye sığacak, sadece o derginin yazarlarınca tarif olunabilecek olmaktan daha geniş ve derin bir muhteva arzediyor. Böyle bir dergi, Kur’ânî hayatı bazı veçheleriyle anlatabilir; ama bir bütün olarak Kur’ânî hayatı kapsayıp kuşatamaz. Kur’ânî hayatın derginin yazarlarının penceresine akseden veçhesini, mânâlarını, sırlarını, hakikatlerini ifade edebilir yalnızca.
O yüzden, ne yalan söyleyelim, başlığı fazla iddialı buldum. Keşke, derginin başlığı, yine Kur’ânî hayata davet mesajı içermekle birlikte, daha mutevazı bir başlık bulunabilseydi...