Denemeler

Tersinden Okuma Sanatı

BİRKAÇ GÜN önce balkonda otururken küçük bir kediye bir arabanın çarpmasına, daha doğrusu onu ezmesine tanık oldum. Hayvanı can çekişirken görmemle birlikte, "Allah'ım sen bilirsin." diyebildim sadece. Gayr-ı ihtiyari ellerimle yüzümü kapamışım. Daha fazla bakamadım. Yavru kedicik kendisine doğru gelen annesine bir sevgi gösterisi yapmak istemiş ve ona doğru hamle yaptığı anda da, araba onu ezivermişti. Anne kedi, ölen yavrusunu birkaç kez kokladı ve biraz uzaklaştıktan sonra ona baktı,baktı,baktı. Çok etkilenmiştim bu manzaradan, ağladığımı hatırlıyorum. Neden sonra, kediciğin fazla can çekişmeden ölmesine bile sevindim. Olayın nasıl olduğunu görmüştüm. Hem de en ince ayrıntısına dek. Fakat bu hadise "neden" olmuştu? Balkondan içeriye, cevabını bulamadığım bir soruyla canım sıkkın girdim.

Az sonra televizyonun başındaydım. Güney Amerika ülkelerinden birinde yaşanan bir olay anlatılıyordu haberde. Birini güvenlik güçleri kıstırıp yere yatırmışlardı. Diğer bir polis ise, hırzıslık suçuyla yakalanan insana kelepçe takıyordu. Arkalarından gelen bir başka polis, yerdeki adama silahını doğrulttu ve kafasına kurşunu sıkıverdi. "Yapma duur!.." diye avaz avaz bağırdığımı hatırlıyorum. Az önceki ezilme vakasının aksine, bu olay olalı belki saatler belki de günler geçmişti. Ama bu benim odada yankılanan itirazlarıma engel olmamıştı. Suçu ne olursa olsun kıskıvrak yakalanan birisini, hem de elleri kelepçeliyken sorgulamaya bile ihtiyaç duymadan "neden" öldürmüşlerdi? İçimden feryatların koptuğunu hissettim.

Ölümle gerçekten sorunum(uz) vardı.Müthiş bir tezattı karşılaştığım olaylar. Soyut kavramların çarpışmaları, etrafımızı çepeçevre kuşatmıştı. Mantığım ve duygularım, hayata rağmen asla ölüm demiyordu. Ölümün hatırlattığı, yokluğa gönderebileceğim hiçbir duygumun olmadığını fark ettim. Hayatın içinde ölüm, adaletin içinde zulüm saklıydı.

Hayat gibi en güzel bir gerçeğin ölümle kuşatıldığı, adalet gibi varlığımızın en temel bir gerçeğinin zulümlerle mahvedildiği bir ortamda gerçekten ne işimiz vardı. İlk insan Adem cennette yaratılmıştı. Şer ve zulüm imkanı olmayan cennette, ilk yaratıldığımız o güzel yerde kalsaydık; en azından bu kadar zulme seyircilik etmek zorunda kalmayacaktık orada. Ölüm ise hayatımıza girmeden atlatılmış olacaktı. Oysa burada.. şerrin her çeşidinin sergilendiği bu diyarda, şerre seyirci olmak zorunda da kalıyorduk, istemeden dahi olsa ölüme de vesile oluyorduk.

Hz. Adem nasıl bir bakışla çözmüşü bu olayları? Cennetten sonra dünyada oluşu nasıl istiğfarlarla sonuçlanabilmişti, isyana medar olacak bu kadar olay cereyan ederken çevresinde? Ve ben de, Adem(a.s)'den aldığım genetik informasyonun bir gereği olarak,ilk etapta kavramakta zorlandığım olayları, Adem (a.s.)'ın çözüm yollarına koyularak öğrenmek zorunda hissediyordum kendimi.

İnsanoğlunun kalbi üç şeye karşı nedensiz muhataptır, bu üç şeyi sebepsiz sever: Cemal, kemal ve ihsan. Düşmanımızda bile görsek güzelliğe, mükemmelliğe ve karşılıksız ikrama karşı kayıtsız kalamayız. Ne ki,tüm bu yönelişlerin varlığı, ancak kıyas yaparak ortaya çıkar. Güzellik, çirkinlikle nisbet edildiğinde belirir. Işık karanlığın, iyilik ise kötülüğün varlığında fark edilir. Hastalık sağlık ile ve nihayet varlık yokluk ile bilinebilir. Bir şey tam olarak, ancak zıddıyla kaimdir. Değilse, evrende asıl olan güzellik ve düzendir. Göze çarpan çirkinlikler kıyas içindir. Güzelliklerin anlaşılması içindir.

Cenab-ı Hak, insanın idrakini ancak zıtlıklarla kavrayabilen bir yapıya sahip kılmıştır. Bu sebepledir ki, alemde zıtlık esastır. Dolayısıyla zıtlık ne kadar tam olursa, idrak de o kadar berraklaşacak demektir. Mesela, iman küfre zıt olduğu gibi, itaat isyana ve nihayet dünya da ahirete zıttır. Bunlardan birisine ne kadar yaklaşırsak diğerinden otomatikman uzaklaşıveririz. Ne kadar itaat edersek isyan ile aramız o nispette açılır. İmanımız ne ölçüde kuvvet bulursa, küfürden o kadar uzak kalırız. Aynen Hz.Adem örneğinde olduğu gibi..

Dünyasız cennet ile, cennetsiz bir dünyanın ne anlama geldiğini en iyi bilen, hiç şüphesiz Hz.Adem'di. İkisi arasındaki farkı fark edebildiği anda; Adem(a.s) hem kendi varlığını hem Allah'ı kavramanın yolunu bulmuştu. Allah'ı bilmek başka,O'nun Zatını bilmek başkaydı. Hz. Adem farkı fark ettikten sonra meseleyi anladı. Değilse Hz.Adem ile Havva, mükemmel kıvamda yaratılmış kaliteli insanlar oldukları halde, cennetin farkına, güzelliklerin ayrımına varamadıkları için, o bir tek yasağa yapışmışlardı.

Hz.Adem dünyaya gelince, zıtların buluştuğu bir yere indirildiğini anladı. Zıtlıkların fena ve fani olanlarıyla çepeçevre kuşatılmıştı.Yaratılmış her ne varsa,üzerinde "fena mührü" vurulduğunu gördü. Adem(a.s), fenaya dolanmıştı. Belki de yaratıldığı günden beri kendisini ve Rabbini ilk kez bu denli idrak ediyordu. Değişen şartlar Adem'i şekillendirmemiş, aksine kendi içyüzünü açığa çıkarmıştı. Üzerindeki ahsen-i takvim (en güzel surette yaratılma) sırrını çözecek açılımları fark ettiği gibi; şeffaf olmayan bir evrende, bir yandan isimleri öğrenme imkanı bulurken, diğer taraftan esfel-i safiline (aşağıların aşağısına) doğru meyledecek özelliklerinin var olduğunu gördü. Artık evren, Adem(a.s) için tam bir ten tuzağıydı.

Sonlu olan bir vasatta, kendisinden sonsuzu idrak etmesi isteniyordu. Üstelik, ufacıkta olsa eman verilmeyecek bir sarmalanmayla. Maddi, nefsani, hayvani tabakalara bürünmüş bir halde, ilk etapta anlam veremediği zıtlıkların zıddına vararak bu tuzaktan kurtulması isteniyordu. Tezatlarla karşılaştığında, görünenlerin ardındaki anlamları kavraması için tersinden okumayı öğrenmesi gerekiyordu. Sonuçların acizi olsa da, ötelerin fakiri kalsa da böyle yapması gerekiyordu. Zıddın olmadığı, mutlak güzellikler ile donatılmış, fakat kendisinin bu güzelliklerin farkında olamadığı bir cennet hayatından, hayır ile şerrin karışımı olan dünya hayatına atıldığında anlamaya başlamışt güzelliğin, mükemmelliğin ve ikramın ne demek olduğunu. İblis Rabbinin onun üzerindeki nimetlerini inkar ederken, Adem (a.s) bu nedenle tezatlar dünyasını bir ikram olarak gördü. Anladı ki, günahkarlar bile kendilerini seveni severler. O artık Rabbini,bilgi ötesi bir bilme ile seviyordu. Soğuğun müdahalesiyle sıcaklığın, iblis gibi bir çirkinliğin dahil oluşuyla da güzelliğin mertebelerinin kesinlikle bir ikram olduğunu anlamıştı. Çıkardığı ilk hükümlerden biri de, zahmette rahmetin gizlenmiş olduğuydu. Hastalıklar ile sağlığının ve nihayet oğlu Habil (a.s)'in vefatıyla da ebedi hayatın varlığını bi hakkın algıladı. Özellikle de, Kabil'in Habil'i öldürmesiyle birlikte kan dökmenin ne olduğunu, insanın nasıl da canavar bir hayvana dönüşebildiğini hayretle müşahede etti. Oğlu Habil, diğer oğlu Kabil tarafından öldürülmüştü. Kendisinden sonraki ademoğulları için ürktü. Neslini, maceralı bir hayat bekliyordu.

Adem (a.s), artık birer birer isimleri öğreniyordu. Ölüm gibi içini burkan, nefsini bunaltan bir araz ile karşılaşınca,belki de alemin tek gerçeği olan "hayat" denen evrenler üstü ikrama mazhar olduğunu kavradı. Oysa her gözünü açtığında hayatı hep yanı başında bulmuştu. Bunu şimdi fark ediyordu. Hayat o kadar gerçekti ki, sebepsiz olarak veriliyordu. Bilinen veya bilinmeyen bütün sebepleri bir araya getirse dahi, hayata dair ufacık bir sonuç elde edemiyordu. Bu alemler üstü mahiyetin tam olarak algılanabilmesi için, ölüm denen o engin kayboluş ile sarmalanması gerektiğini anladı. Çünkü, ölümün Adem'den istedikleri ile kendisinin talepleri örtüşüyordu. Fenanın geçici dahli ile ebediyet dile geliyordu. Sonsuzluğun ve sınırsızlığın varlığına, ölümün ve sonun müdahaleleri tercüman oluyordu. Bu sayede, zıtlıkların içerisinde olgunlaştırılma gibi bir terbiyenin, evrenin her tarafına dal budak salmış rabbani bir kanun olduğunu fark etti. Bin bir çeşit varlık ve güzelliğin her türlüsüne, bu diyalektik çarpışma ile ortaya çıkan mertebeler sayesinde muhatap oluyordu. Kıyaslar ile olgunlaşıyordu. Tezatların dahil olduğu bir vasatta kıvam halinin ne olduğunu keşfetti. Cennet hayatında cemale, dünya hayatında da celale muhatap olmuştu. Allah (c.c) Adem'e onun anlayabileceği ve kavrayabileceği şekilde nazar ediyordu. Adem, sonlu olan bir evrende, sonsuz olan ve her şeyi kuşatmış bir hakikati, yani Zat-ı Rahmanirrahim'i kavramıştı. Bilhassa zaaflarının, acizliğinin ve fakirliğinin ortaya çıkması nispetinde, Cenab-ı Hakkın kurbiyetini ve her bir şeyin de Yaratıcıyla olan o sonsuz münasebetini anlamaya başladı. Birbirine zıt olan bütün bu şeyleri bir araya getirmekle, O'nun azametinin derecelerini bildi. O(c.c) ki; Kadir, Kahhar, Cebbar, Aziz, Azim olan Zül Celal-i ve'l ikramdı. Yine O; Rahman, Rahim, Rezzak, Vedud, Hannan, Mennan, Cemil olan Zül Cemal'di. Tüm bu isimleri kendi varlığında kıyas ederek, neticede kemale yani, olgunlaşmanın kıvamına erdi. Bunu anlaması için her bir ismin ayrı ayrı mertebelerde tecelli edişini kavraması gerekiyordu. Böylelikle Adem gaybın derinliklerinden akıp gelen cemal, kemal ve ihsanın ne olduğunu en ince ayrıntısına kadar fark etti. Bütün bunları zıtların dünyasına gelerek öğrenmişti. Bir şeyin deyilinin deyili kendisiydi. Bu açıdan karşılaştığı zıtlıkları, onu Rabbine ulaştıran merdivenler olarak gördü. Onu en güzele ulaştıran merdiven ne kadar dik olursa olsun,bir sorun teşkil etmeyeceğini anladı. Çünkü güzelliğin, adaletin, mükemmelliğin, sevginin.. yani farkın farkındaydı artık. Bunu iliklerine kadar hissediyordu. Nefreti sevginin, kıskançlığı yardımlaşmanın, bayağılığı faziletin, köleliği hürriyetin ve nihayet serkeşliği itaatin dize getirebileceğini öğrenmişti. Adem'in daha önce bilmesine imkan olmayan hakikatlerdi bunlar. Bir şeyin zıddı,o şeyin kıyaslanabilir özelliklerini öğrettiği için; maddenin içinde ilmi, ilmin içinde de manayı gördü. Adem (a.s) artık, bilgi ötesi bir bilmeyle biliyordu.

Tıpkı Adem gibi, onun neslinden gelenler de nelerin yanlış olduğunu öğrenerek doğruya ulaştılar. Zıtların karışması ve müdahalesi sayesinde ilim sahibi oldular, teknoloji ürettiler. Bir olgunun yanlışlanabilir olmasından hareketle, bilimde ilerlediler. Tezatların olaya karışmasıyla birlikte, bir insanın böyle bir durumda yapabileceği en güzel davranışı sergilediler. Yani karşılaştıkları olguları 'neden?' diyerek sorguladılar. Ki,arkasındaki muhteşem hakikatler aralansın ve gerçek ortaya çıksın. Mesela, özgürlüğün ne anlama geldiğini, hürriyetine yeni kavuşmuş birinden öğrendiler. Toprakları işgal edilmiş bir milletin, özgürlüklerine kavuşmak uğruna ölüm dahil her yola başvuruşuna şahit oldular. Aklın gücüne inanarak yaşayanlarını ise, cehalet dağlarına tırmanırken gördüler. Zirveleşen bir serüvenden sonra, son bir hamleyle en üst kayaya çıkacakları sırada, asırlardır orada oturmakta olan Allah dostlarının onları"hoş geldiniz!" diye karşılamalarına tanık oldular.

Tıpkı babaları Adem (a.s.) gibi; gizli olan hakikatlerin yüzünü gösterdiği, görünür hale geldiği, adeta şeffaflaştığı anların peşinde koştular ademoğulları. İnsanı olgunlaştıran, erdemli hale getiren ve en önemlisi de Yaratıcısına muhatap eden biricik anları yakalamaya çalıştılar. Biliyorlardı ki; asli vatana ait olan ve gönülden istedikleri argümanlar, o anların içinde saklıydı.


Yararlanılan Kaynaklar:

1. Risale-i Nur ( Said Nursi )

2. Nur'dan Cümleler ( Prof.Alaaddin Başar )

3. Müsibet Aynasında İnsan ( Salih Özaytürk )

4. Bilimin Öteki Yüzü ( Metin Karabaşoğlu )

5. Dar Kapıdan Geçmek ( Senai Demirci )

  01.04.2004

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu

  1. English Version of the Article Bu yazının tercümesini okumak istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut