Yeryüzünün Dili

Mehmed Boyacıoğlu

HÂL DİLİ sözden daha kuvvetlidir: bir bakış, alaycı bir göz kırpış, çilelerin kırıştırdığı bir yüz sayfalarca anlatılabilecek şeyler söyler dikkatle bakana.

İnsanın hâl dilinden anlayabileceklerimiz olduğu gibi yaşadığımız yeryüzünün hâllerinin de bize bazı mesajlar verdiğini düşündüm ve buna bir nebze değineyim istedim.

Birileri, kutsadıkları bir coğrafyada kendi kendine yeterliliğe çok değer verirler. Ama, bu ideal şekliyle ancak, İmam-ı Gazalî (ra) gibi nebî (sav) varisi bir dâhinin
ليس في الإمكان أبدع مما كان 1
sözünü bir an için unutalım, iki tarafı düzlüklerle kaplı disk şeklindeki bir Yerde olurdu.

Her yerde aynı tarım ürünleri yetişebildiğini düşünelim. Ne ceviz bulmak için dağa çıkmaya ihtiyaç var, ne pamuk yetiştirmek için ovaya inmeye. Ne muz bulmak için denizler, kıtalar aşmaya, ne de zeytini dalından koparmak için ılık kıyılara kaçmaya gerek var. İhtiyaç varsa eğer, kazma vurulduğunda uranyum, iş makinesi çalıştığında kömür çıkartılabilsin.

Merakı tetikleyecek bir şeyin olmayacağı yeryüzünde, uçak olacak idiyse eğer, kalktığında, mahallî saatle kaçta nereye varacağını hesaplamaya gerek olmazdı: Disk-yerde saate gerek olsa bile yerel saat kavramına ihtiyaç yoktu. Zira güneş, diskin bir tarafında, her yerde aynı anda doğup batacaktı. Diskin öbür tarafı için de aynı şeyler söz konusu olacaktı.

Şükür ki, dünya bu tasavvur ettiğim şekilde değil. Yeryüzünde muazzam bir çeşitlilik var. Bu sebeple yeryüzünü konu edinen coğrafya kısaca, Yerdeki çeşitliliği fark etmenin ilmidir diye tanımlanabilir.

Mesela, Ege ovalarında kıyıdan yola çıkılıp iki yüz kilometre yol alındığında, Akdeniz bitkilerinden başlayıp bozkıra kadar her tür vejetasyona şahit olunur. Dağlara çıkıldığında da incir ve zeytinle başlayıp kestane ile devam eden temaşamız yolculuk, çam ağaçları ile sona erer.

Aynı vadinin iki yamacının güneye bakan tarafı ile kuzeye dönük yüzü arasında bile büyük farklar vardır. Kuzeye bakan yamaçta 500 metre irtifada yetişen bir ağaç, güneye dönük yamaçta 700 metre yükseklikte yetişebilir.

Ancak, yeryüzündeki bu çeşitlilik birbirine duyarsız bir çeşitlilik değildir. Yerdeki mevcutlar birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap veriler. Aralarında, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “tecavüb” vardır. Mesela, dağlar kar’ı sinelerinde, yağmur ve kar sularını ise karınlarında barındırarak, yazın susuzluktan çatlayacak hâle gelen ovaların imdadına yetişirler.

Yine, birer direk mahiyetinde olan dağlardaki taşlar, “Allah korkusuyla parçalanır”, erir, sularla ovalara taşınır, onları fıtrî biçimde her yıl gübreler. “Toprağa dayelik eder”. Fırat ve Dicle’nin vadilerle yardığı zahiren haşin Doğu Anadolu coğrafyasındaki taşlar parçalanarak taşınır ve Mezopotamya ovalarında toprağa analık eder.

Yerküreye saydığımız çeşitlilikleri veren Rezzâk-ı Kerîm, onda sakin kıldığı insanı da, yüzündeki hadsiz nimeti anlayacak, tadacak, fark edecek bir fıtratta yaratmıştır.

Her coğrafi birimde insanın geçinebileceği nimetler yaratılmıştır, bunlar az bir zahmetle elde edilmeye müsaittir. Bu sayede insanların en âcizi bile, başka yerlere gitmeksizin, orada hayatını devam ettirecek nimetleri tedarik edebilir. Polonya ve Almanya düzlüklerinde patates, Konya Ovasında buğday az zahmetle ikram edilir.

Ancak, değişik nimetleri tatmak isteyen bir kimsenin, biraz zahmet çekerek, maişet derdi ile uzak diyarlara gitmesi gerekir.

İşte insanlara verilen bu maişet derdi onları birbirine muhtaç etmiştir. Karşılıklı bağımlılık (interdependance) adı verilen bu hâl, dar çevreden başlamak üzere dünyanın her bölgesinde geçerlidir.

Söz gelişi, Anadolu’da, Kayserili pamuk toplamak için Adana’ya iner, Adanalı elma toplamak için Niğde ve Nevşehir’e çıkar. Bir biçerdöver makinesi sahibi mayıs ayında hasada Çukurova’da başlayıp, ağustos ortalarında Erzurum Ovasında bitirebilir.

Bu çeşitlilik ticaretin başta gelen fıtrî zembereğidir. Ticaretin gelişmesi de yeryüzündeki engellerin aşılarak ulaşımın sağlanmasını teşvik eder. İnsanlar yollar, köprüler, viyadükler, denizleri aşan şilepler inşa etmek zorunda kalır. Böylece insanoğlunda birçok istidat açığa çıkar, yaratılışından maksut olan gayeler açığa çıkar.

İşte yeryüzü, saydığımız özelliklerinin diliyle çeşitliliğe karşı hoşgörüyü, tanışmayı, görüşmeyi; onlara imkân vermeyen engelleri kaldırmayı ders verir. Hakkaniyet ve adalet ölçülerine dayalı ticareti teşvik eder.

Fıtrî şeriatın tezahürü olan bu dilin mesajını Kur’ân-ı Hakîm teyit eder: “Biz Âdemoğlunu şerefli, kerîm kıldık, onları kara ve denizde taşıdık, güzel şeylerden rızk verdik, [dikkat edelim, önce kara ve denizde taşıma ikramı zikrediliyor,] onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık” 2 buyurur. Barışı, tanışıp görüşmeyi, adaleti emreder; haddi aşmanın her türlüsünü; israfı, zulmü yasaklar. Bir kavmin içindeki birkaç densiz yüzünden o topluluğun tamamına düşman olmayı kerih görür ve gösterir. “Allah’tan korkma ve iyilik hususunda yardımlaşın” der.

Ne mutlu bu iki dilin ortak mesajını okuyup ona uymaya gayret edenlere.




1 "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Şualar, s. 29 (2.Şua) içinde zikri geçmiş.

2 Bkz, İsrâ Suresi: 70

  05.12.2007

© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut