BEDİÜZZAMAN SAİD Nursî’nin siyaset karşısındaki duruşuna, üzerinde çok konuşulagelmiş olmakla birlikte, hak ettiği entellektüel dikkatin gösterildiğini söylemek zor.
Bediüzzaman’ın Abdülhamid istibdadıyla başlayıp, II. Meşrutiyet, İttihad ve Terakki diktası, İşgal yılları, tek partili cumhuriyet, çok partili demokrasi dönemine kadar uzanan uzun hayatında zamanı ve zemini de dikkate alarak sergilediği duruşun ‘sabite’lerini göremeyen nazarlar için, siyaset karşısındaki bu duruş ancak ‘konjonktür’le açıklanabiliyor. Nitekim, Bediüzzaman’la bir şekilde miras bağı iddiasında olan, ama her seçimde ‘konjonktür’e göre tavır değiştiren oluşumlar mevcut.
Oysa, bu uzun hayatı içinde zaman ve zemin içinde çok farklı siyasî duruşlar sergilemiş gözükmekle birlikte, onun hayatının bütününde bir ‘ilkesel tutarlılık’ kendisini göz kamaştırıcı bir surette belli ediyor.
İkinci Meşrutiyet yıllarında siyasetin bilfiil içinde gözüken Bediüzzaman’ın daha esaret dönüşü siyasetle arasına mesafe koyması; tek parti döneminde ‘gazete okuyup radyo dinlemeden’ yaşayan aynı Bediüzzaman’ın 50’li yıllarda Türkiye’de ve dünyada olan biten siyasî hadisatı takip etmesi ama bilfiil siyasetle iştigal etmemesi, dar bir zihnin ‘konjonktür’le açıklamaya yatkın olduğu bir durum olmakla birlikte, gerçekte bir ‘ilkesel’ bütünün farklı tezahürleri niteliğinde.
Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca siyaset karşısındaki duruşuna hükmeden bu ‘ilkesel’ bütünün ise, üç sacayağı var: adalet-hürriyet-meşveret.
Eski Said’in Muhakemat ve Münazarat’ından Yeni Said’in lâhika mektuplarına kadar, Bediüzzaman’ın hayatının tamamında Bediüzzaman’ın duruşunu ve tercihini adalet-hürriyet-meşveret esası üzere belirlediğini rahatlıkla okuyoruz.
Adalet üzere belirlediğini okuyoruz; zira, ‘adalet,’ Bediüzzaman’ın ontolojik tasavvurunda merkezî bir yer işgal ediyor. Hak üzere yaratılan bir kâinat üzerinden Yaratıcısını tanıma çabası içerisinde Bediüzzaman’ın kâinat Hâlıkının esma-i hüsnâsı arasında ‘ism-i âzam’ olarak gördüğü bir ismin ism-i Adl olduğuna dikkat çekmek, onun ‘adalet’ üzerindeki hassasiyetini işaretlemek için herhalde yeterlidir. Ama dahası da var. Bediüzzaman, âlemler Rabbinin Kur’ân’ının dört esasını sıralarken de, ‘tevhid, haşir ve nübüvvet’ten sonra, ‘adalet’i zikrediyor; ve ‘ibadet’i de ‘adalet’in bir tezahürü olarak değerlendiriyor. Adalet, hak sahibine hakkını vermek ise eğer, âlemler Rabbinin hakkı, mülkünde şeriki olmadığına göre (tevhid), yalnız ve ancak O’na kulluk etmektir. O’na ibadet etmemek de, O’ndan başkasını mâbud ittihaz etmek de adalet ilkesini çiğnemektir. Yine bu adalet sırrıdır ki, mü’minin şu dünyadaki varoluşunu ‘emrolunduğu gibi dosdoğru’ olarak (bkz. Hûd sûresi, ‘adil şahitler’ olarak (bkz. Maide sûresi) yaşamasını gerektirmektedir. Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair okumalarında vurguladığı en temel ilkenin, Hz. Ali’nin ictihadı dahilinde ‘adalet-i mahzâ’ ilkesi olması; Emevîlere bakışından milliyetçilik gibi akımlara dair değerlendirmesine kadar pek çok noktada ‘adalet-i mahzâ’ temelinde bir tahlil sunması, bu açıdan yerinde ve anlamlıdır.
Bediüzzaman’ın ‘adalet’le birlikte ısrarla üzerinde durduğu ikinci ilke, ‘hürriyet’tir. Peşinen belirtelim, arzulara gem vurulmaması anlamında hayvanî bir ‘serbesti’ değil, iradelerin ihtiyarına, yani seçme özgürlüğüne ket vurulmaması anlamında bir ‘hürriyet.’ Bediüzzaman daha Münazarat’ından başlayarak, ‘hürriyet’i en temel insani-İslâmî değer olarak ısrarla vurgular. Çünkü, insan fıtraten câmi’dir, bir ferd iken bir ‘küll’ hükmündedir; bütün mahlukatın ettiği tahiyyat ve tesbihatı bir ‘abd-i küllî’ ve bir ‘halife-i arz’ olarak tek başına temsil edebilir bir istidaddadır. Bu istidadın inkişafı ise, ancak hürriyet iledir. Hem, adalet de hürriyeti iktiza eder. Çünkü, ancak irade hürriyeti iledir ki, insan yaptığı tercihlerden dolayı sorumluluk alarak, Âdil-i Hakîm’in ya mükâfat veya mücazatına müstahak olur. Bediüzzaman’ın Yirmidördüncü Söz ve Otuzbirinci Söz gibi iki ‘kök risale’de dahi iradenin hürriyetine dikkat çekip Cenab-ı Hakkın mucizeleri dahi ‘akla kapı açar, ihtiyarı elinden almaz’ surette yarattığını hatırlatması, bu noktada son derece manidardır.
Ve nasıl adalet hürriyeti gerektiriyor ise, cüz’î iradelerin hürriyeti de ‘meşveret’i gerektirir. Çünkü, ancak meşveret ile insan cüz’î iradesini mutlaklaştırma tehlikesinden ve zincirinden boşanmış bir ‘serbesti’yi ‘hürriyet’ zannetme yanılgısından kendisini korur. Hür ama cüz’î iradelerin tek başına doğruyu en doğru şekilde tesbit etme imkânı, hür ama cüz’i iradelerin birliğine göre çok daha zordur. Cüz’î iradelerin biraraya gelmesini sağlayan meşveret ile, insan çok renkleri ve çok veçheleri olan hakikati birçok yönüyle kavrama imkânına kavuşur ve hakikati sadece kendi gördüğü veçhe ve renkten ibaret zannetme riskinden uzak durur. Kur’ân’ın mü’minlere meşverete emretmesi ve hadislerin ‘Ümmetim dalâlet üzere ittifak etmez” diye müjdelemesi, işte bu sırdandır.
Birbiriyle içiçe girmiş, fıtratın derinlerine nüfuz etmiş, Kur’ânî ve nebevî referansları apaçık gözüken bu üç temel değer, Bediüzzaman’ın hayatının her döneminde şahsî, cemaatî, içtimahi ve siyasî hayatlarda aradığı en temel değerler olagelmiştir.
Onun dar veya zahirî nazarların anlayamayıp hâlâ daha tenkit elini uzattığı birçok tavrını, bu üç temel ilke belirler.
Meselâ, kendisini ‘şeriat namına istibdada mecbur’ zanneden bir dindar padişah olarak Abdülhamid’in karşısında dururken, içinde lâdinîler veya dinde lâkayd isimler barındıran İttihad ve Terakki’yle bir olup ‘hürriyet,’ ‘meşveret’ ve ‘kanunda inhisar-ı kuvvet’ temelinde Meşrutiyet mücadelesi vermesi, bu sebeptendir.
İradelerin seçme özgürlüğünün elinden alındığı, haklı ve hakikî meşveret ilkesinin ‘yanılmaz ebedî şef’in ellerine teslim edildiği adaletin milliyetçi-devletçi bir zihniyetle çiğnendiği tek parti döneminde siyasetten büsbütün uzak duruşu, bu sebeptendir.
Çok partili dönemde, tek parti zihniyetinin mümessillerine karşı ve daha fazla sayıda ‘mukaddesatçı’ insan barındıran Millet Partisi’ne karşı Demokrat Parti’ye destek vermesi de bu sebeptendir. (Ama kayıtsız-şartsız değil. Kırşehir’i DP’ye oy vermedi diye ‘ilçe’ yapmak suretiyle cezalandırma kabilinden ‘adaletsiz’ teşebbüslere karşı adaletin gereğini hatırlatmayı da ihmal etmeden.)
Hayatı boyunca istibdada karşı hürriyeti, ‘rey-i vahid’e karşı meşvereti destekleyen, ‘kamu yararı’na karşı ‘adalet’i destekleyen ve bu sebepten meşrutiyet-cumhuriyet-demokrasi çizgisine ‘İslâm namına’ sahip çıkan Bediüzzaman’ın, çok-partili dönemde yaptığı ‘dört eğilim’ analizi ise, bu çerçevede özel bir önem arzediyor.
Bu analizden anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin o günlerdeki (ve bugünkü) şartlarında varolan siyasî eğilimleri dört başlıkta özetlemek mümkün:
- CHP içinde kendisini ifade eden din-karşıtı siyasî eğilim.
- Din-karşıtlığı noktasında CHP ile uzlaşmasa da, milliyetçi-devletçi duruşta CHP zihniyetiyle ortaklaşan milliyet-eksenli siyasal eğilim.
- Böylesi bir sosyal zeminde sözümona ‘din namına’ ortaya çıkıp, dini siyasete âlet etme ve bir kutuplaşmanın aracı haline getirme riskini taşıyan siyasal eğilim.
- Dine hürmetkâr, özgürlükçü, demokrat siyasal eğilim.
Bediüzzaman’ın bu dört eğilime dair değerlendirmelerine dikkatle bakıldığında, adalet-hürriyet-meşveret temel kriterinin burada da belirleyici olduğu kolayca görülür.
Birinci eğilime taraftar olunması mümkün değildir; çünkü özünde hem hürriyetin, hem meşveretin, hem adaletin karşısında baskıcı, hegemonik, kayırmacı ve devletçi-milliyetçi bir zihniyetle ‘kamu yararı’ adına şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir duruşa sahip olduğunu hem tek parti dönemi boyunca isbatlamıştır; hem de çok partili demokrasiye vurulan askerî darbelerin siyasî kışkırtıcılığına soyunmak yoluyla.
İkinci eğilime taraftar olunması da mümkün değildir; çünkü milliyetçi bir nazar, en başta, adalet edemez. Çünkü, “unsuriyetperver bir hâkim, kendi milletdaşını tercih eder, adalet edemez.” Yine bu zihniyet, devletçi-milliyetçi refleksleriyle, hürriyet ve meşverete karşı müstebid bir zihniyete yakın durur.
Üçüncü eğilime de destek verilemez. Çünkü, din, umumun ‘mâl-i müşterek’idir; hangi partiden olursa olsun, herkes Kur’ânî davetin kapsama alanı içindedir. Dini bir partinin bagajına hapseden bir anlayış, en başta dine karşı bir haksızlıktır. Ayrıca, dini temsil misyonunu bir partiye hasreden anlayış, özü itibarıyla hürriyet ve meşveret düşmanıdır. Zira, bir partiye, daha doğrusu onun liderine yönelik bir itirazı otomatikman dine itiraz olarak yorumlama, dini tekeline alarak dinin üzerinde titrediği hürriyet ve meşveret hakikatini ketmetme istidadındadır. (Din namına yola çıkıp, seçimleri ‘Müslüman sayımı’ olarak görenlerin, kendisine değil de siyasî muhalifine verilen oyu ‘Cehenneme götüren bilet’ olarak yorumlayanların varlığını hatırlayalım.)
Özgürlükçü-demokrat siyasal eğilime gelince:
Bediüzzaman’ın zamanında bu dört eğilimin tarifini yapmak da, bu tarifi partilere uygulamak da kolaydı. Ama 1960’dan bugüne Türkiye’nin geçirdiği istihaleler, bu meyanda siyaset sahnesinde yaşanan değişimler, dönüşümler, eksen kaymaları, kendisini ‘Demokrat misyon’un temsilcisi olarak tanımlayanları otomatikman Demokrat misyonun temsilcisi olarak görmenin önünde apaçık bir engel olarak duruyor.
Gelin görün ki, âdeta bir hanedan-saltanat zihniyeti içerisinde, bir ‘Demokrat misyon hanedanı’ vehmeden ve Bediüzzaman’ın bu noktadaki analizini ‘gözü kapalı’ uygulayan kişi ve kesimlere rastlanıyor.
Bu çerçevede, vaktiyle bu dört eğilimden ilk üçünde iştigal eylemiş kimse, kendisini ‘Demokrat Partinin devamı’ olarak tarif eden partiye girince otomatikman özgürlükçü ve demokrat oluyor. Buna karşılık, bu partiye dehalet etmeden ‘demokratlık’ iddia eden hiç kimse asla ‘özgürlükçü’ ve ‘demokrat’ olamıyor!
Kendi namıma, siyasete dair bakışımda, Bediüzzaman’ın bu dört eğilim analizini hep önemli buldum, oy tercihlerimi hep buna göre yaptım. Ama icraatı ne durumda olursa olsun ‘Demokrat Parti’nin devamıyım’ diyeni demokrat gören, söylemi ve eylemiyle kendisini demokrasi-özgürlük-adalet çizgisiyle tanımlayan sair siyasî oluşumları ise bu çizginin dışında görmeye/göstermeye çalışan inhisarcı anlayışa da razı olmadım, olamıyorum.
Bu çerçevede, 2002 yılında oy verme tercihimi belirlerken, söylemi ile özgürlükçü-demokrat çizgide duracağı teminatını veren Ak Parti’ye bu dört eğilim analizi dahilinde ve yine Bediüzzaman’ın ‘ehven-i şer’ ölçüsü mucibince oyumu vermekle birlikte, bu söylemiyle eyleminin çeliştiğini gördüğümde bir sonraki seçimde oyumu aynı partiden esirgeme kararlılığıyla oyumu verdim.
Bunu yaparken, Bediüzzaman’ın bu dört siyasal eğilim analizi noktasında teoride ortaklaştığımız ama pratikte bu ‘teori’yi başka partiye uygulayan Risale ehline de saygı duyduğumu belirttim.
Benim gözümde, 2002 seçimlerinde Bediüzzaman’ın ‘dört eğilim’ ve ‘ehven-i şer’ tahlinine dayanarak DYP, ANAP, LDP veya Ak Parti’ye oy veren Risale müntesibi arasındaki fark, ‘özde’ değil, ‘uygulamada’ bir farktan ibaret olageldi.
Bugün ise, ortada bu ‘fark’tan fazlasının olduğunu düşünüyorum.
Zira, yeni kurulmuş bir parti olarak dün ‘söylem’iyle değerlendirdiğimiz Ak Parti’yi, bugün ‘eylem’iyle de değerlendirebilir durumdayız.
Kendi namıma, ana çizgi itibarıyla Ak Parti’nin ‘söylem-eylem tutarlılığı’nı koruduğu kanaatine sahip olduğum için, oyumu gene bu partiye vereceğim.
Öte yandan, 27 Nisan gecesi demokrasiye müdahalede bulunulurken, demokrasi adına bir duruş sergileyemeyip demokrasi-dışı güçlerin etkisi altında siyaset yapan DYP’nin kendisini ‘Demokrat misyon’la tanımlama hakkını tamamen yitirdiğini düşünüyorum.
Ve esasen, DYP’nin bu özelliğini ‘devlet adına’ illegal oluşumlar ve Susurluk ile şöhretşiar olan ama bu noktada bir ‘tevbe’sine şahit olmadığımız Mehmet Ağar’ın genel başkan olmasıyla birlikte yitirdiğini düşünüyorum.
Diğer partilerin durumu zaten mâlûm. Bediüzzaman’ın dört eğilim analizi dahilinde din-karşıtı siyasal eğilimlerin, milliyetçi-devletçi siyasal eğilimlerin, sözümona ‘din adına’ ortaya çıkıp dini temsil misyonunu kendi partisinin inhisarına alarak dine ve dindara zarar veren siyasal eğilimlerin temsilcileri hayatımızın hiçbir diliminde benden oy alamadılar, bundan sonra da alamayacaklar.
Bugünün Türkiyesi’nde “Kime oy vermeli?” sorusuna Bediüzzaman’ın hayatı ve eseri çerçevesinde benim verdiğim cevap bu...
Paylaşayım istedim.
Notlar:
- ‘Adalet-i mahzâ’ üzerinde bu kadar ısrar eden; hatta Muaviye b. Ebi Süfyan gibi sahabilerin ‘siyaset’ine dahi bu sebeple muhalefet şerhi düşen; yine bu sebepten Abdülhamid’i tenkit eden; 1950’li yıllarda ise dönemin siyasî şartlarına dair tahlilinde bir kez daha Kur’ân’ın “Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” düsturunu hatırlatıp, aksi takdirde “Hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ‘Bir masumn hakkı, yüz caniye feda edilmez’ diye, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir” diyen Bediüzzaman’dan ders alan ehl-i Risale’de bir ‘Susurluk’ direncini beklerdim.
- Bugün tercihini Ak Parti’den yana yapan ve DP (DYP)’ye olan temayülünden dolayı Yeni Asya câmiasına söz konduran bazı zümrelerin geçmişte 12 Eylül ihtilalini ‘komünistler aleyhine ve dindarlar lehine’ görerek destek verdiklerini; daha sonra ise ‘ilkesel’lik değil, ‘güçlü’lük esasına göre siyasî tercihte bulunduklarını biliyorum. Oysa bana göre, ‘uygulamada isabet’ten daha önemlisi, ‘teorik isabet’tir. Bediüzzaman’ın siyaset duruşunun adaletçi-özgürlükçü-demokrat muhtevasının bu kesimler tarafından içselleştirilmiş olduğu, zihinlerinin devletçi-milliyetçi muhtevadan salim olduğu kanaatinde değilim.
- Demokratik mücadele, demokrasi dışı güçlerin desteğine ‘ilkesel’ olarak karşı olmayı gerektirir. Ehl-i Risale’nin ‘maslahat’ mantığının ve siyasî parti tercihlerinin bu ‘ilkesel’ duruşu yer yer gölgelediği kanaatindeyim. Meselâ, Mecliste başörtülü bir milletvekilinin varlığının bu ülkede bu şartlarda İslâm’ın hayrına olmadığını düşünebiliriz; ama başörtüsüyle seçilmiş bir milletvekilinin hakkı ve onu seçenlerin iradesi hiçe sayılıyorsa, bu zihniyete karşı demokratik direnç gösterme durumundayız. Eşi başörtülü bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesi ‘ısrarı’nda sorun görmemiz, böyle bir demokratik hakkın demokrasi-dışı müdahalelerle ketmedilmesine karşı olmayı gerektirdiği gibi, buna şu veya bu siyasî mülahazayla çanak tutmanın ve hatta kayıtsız kalmanın da karşısında olmayı da gerektirir. Kürtçü bir eğilimi de, Türkçü bir eğilimi de bu ülkenin hayrına görmememiz, halkın oylarıyla seçilip Meclise geldikleri takdirde, şiddetin temsilcisi olmama kaydıyla onların varlığına saygılı olmaya engel değildir. Geçmişte DEP milletvekillerinin vekilliği demokrasi-dışı bir uygulamayla ketmedilirken dindar insanlar da, ‘Demokrat misyon’ temsilcileri de göstermeleri gereken hakkâniyetli-demokrat refleksi gösterememiştir.
- Bediüzzaman’ın “Güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabiler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka; siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar” tahlili, siyasete ve siyasetçiye bakışımızda temel noktalardan birini teşkil etmelidir. Siyasette ve siyasetçide ‘hayr-ı mahz’ aramayıp, bilakis ‘ehven-i şer’ mantığıyla bakmamız bu sebeptendir.
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu