| Gördüğüm, bir bedbinlik, nikbinlik, karamsarlık hali. Bir nihilizm. Kemalizm, bu ülkede iktidar sayesinde varolabilmiş bir ‘parantez’di. O parantez, demokrasinin kurumsallaştığı bir ülkede ‘iktidarda olma’ anlamında kapandı, kapanacak. Bunu hissediyor olmanın yol açtığı bir hüsran hali var birilerinde. Ben şu bir hafta içinde olup bitenlerin, nicedir yapılan benzeri denemelerin ardında, bu ümitsizliği, bu bedbinliği, bu nihilizmi görüyorum. Bu nihilizmin iyi analiz edilmesi ve tedavi imkânlarının bulunması gerek. Yoksa, sahiplerine de, bu ülkeye de zarar verecek. | |
CUMA AKŞAMLARI, BENİM İÇİN, İPLE çektiğim vakitler demek. Çünkü bu dünyada varoluşlarıyla zenginleştiğim bir grup arkadaşımla o akşam buluşup halleşiyoruz. Merkezinde Risale’den bir bahis. Bu sabite etrafında, dünü, bugünü, yarını dolaşan muhabbetli bir sohbet. Dün akşam, geç ısındığımız, o yüzden geç bitirdiğimiz bir buluşma yaşadık. Sonrasında, namazın ardından uyumaya mecal bulamadım; çünkü gecenin bir yarısında dört bir taraftan korna sesleri, tencere tava sesleri, alkışlar, bağırışlar uykuma mani oldu. Ne olduğunu anlamak için pencereye yöneldiğimde, ışık yakıp söndürenleri de gördü gözlerim. Yabancı olduğum bir manzara değildi. Sözümona ‘Susurluk aydınlansın’ iyiniyetiyle başlayan bir eylemin nasıl 28 Şubat’ın asfalt döşeyiciliğine dönüştüğünü onaltı-onyedi yıl önceden çok iyi biliyordum. Demek, birileri, ‘bu kez tamam’ psikolojisine ulaşmış; ağaçların yeşili ve polisin yanlış müdahalesi arasında, ‘Gezi Parkı’ protestosundan bir ‘ihtilal’ umudu devşirmişlerdi. Gecenin bir vakti, hastası, çocuğu, sabah işe dingin bir halde yetişmesi gerekeni demeden; komşu hukukunu hiç gözetmeden yapılan bu sözümona ‘protesto’nun Gezi Parkı’ndaki ağaçları korumak için olduğuna kim inanabilirdi? Ben inanmadım. Bu ülkede güçlünün, hele de elinde silahı varsa, bu gücü ve silahı ne kadar da kolay yanlış, usulsüz, haksız, hatta hukuksuz kullanabildiğini bilecek kadar yaşamışlığım vardı. Ama Taksim’deki eylemden 28 Şubat umudu devşirenlerin hedefinin, Gezi Parkı’nı kurtarmak yahut doğru yönetemediği gibi ciddi yanlışlar da yapan bir vali, emniyet, polisi muhasebe ve muhakemeye sevketmek olmadığının da farkındaydım. “Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benzer. Ağlamak ister, birşey arıyor ki, onunla ağlasın.” Benim dünyamda, olan bitenin özeti, Bediüzzaman’ın bu cümlesiydi. Önyargılı mı konuşuyorum. Bilakis, tecrübe konuşuyor! Varoluşunu bir ‘antagonizma’ya borçlu olan; bir Meclis darbesiyle elde ettiği iktidarı meşrulaştırmak için kendisiyle başlayan bir tarih kurgulayarak öncesini her açıdan şeytanîleştiren; ‘dört tarafı düşmanla çevrili’ bir ülkede, her daim ‘dahilî bedhahlar’ın da olduğu bir hayat algısı biçimlendiren bir yapı, ben doğmadan önce vardı, ben varken de varlığını hep sürdürdü. Onların ‘Asr-ı Saadet’i, ‘farklı herşey kötüdür’ü hükûmet ilkesi kılmış; farklı olanı ya kovmuş, ya sürmüş, ya sindirmiş, yahut öldürmüş bir Tek Parti dönemi. Açıkçası, ‘demokrasi olduğu sürece iktidarda olamayacaklarını baştan beri biliyorlardı, hâlâ daha biliyorlar. 1908’deki ‘meşrutî demokrasi’ imkânını bizden çaldılar, ‘demokrasisiz cumhuriyet’le bizi kandırmaya kalkıştılar. Küresel reelpolitik de, buna müsaitti o günler için. İkinci Dünya Savaşı tecrübesinin ardından küresel reelpolitik otoriter ‘cumhuriyet’leri ‘demokrasi’ye zorladığında, ‘açık oy, gizli tasnif’ kepaziliğinden yüksünmediler; bu kepazeliğin ömrü ikinci seçime uzanamayınca, bu defa seçimle gelen ‘hükûmet’in ‘iktidar’ olamadığı bir ‘şeklen demokrasi’ modeli oluşturmayı denediler. Buna direnen olursa, ne yapacaklarını, 1960’ta “CHP+ordu=iktidar” formülüyle gösterdiler, ibret olsun diye bir başbakanı uyduruk bir yargılamanın ardından öldürmekten de çekinmediler. Bu ülkede, seçimle gelmiş başbakanların, meselâ Turgut Özal’ın veya Recep Tayyip Erdoğan’ın, devletlûların ‘hükûmetsiz iktidar’ına makyaj malzemesinden öteye geçmeyecek ‘iktidarsız hükûmet’ formülüne dirençlerini ifade etmek için, ‘idam gömleğine hazır olduklarını’ söz etmeye mecbur olmaları yeterince anlamlı değil mi? Tek Parti dönemini çarşı ortasında bekçinin başörtüsüne saldırdığı babaannem ile onlara Kur’ân öğreten komşu teyzenin nasıl süründürülüp kahrından öldüğünü anlatan ninemden; ve yağmurlu bir günde ekmek karnesi için kuyrukta beklerken kaptığı akciğer rahatsızlığını ömür boyu çeken dedemden öğrendim. 27 Mayıs’ı, öncesi ve sonrasıyla, babamdan ve annemden. 12 Mart’ı çocuk, 12 Eylül’ü genç, 28 Şubat’ı yetişkin olarak yaşadım. Aldığım Siyasal Bilgiler eğitimi ise, yüzyılın röntgenini unutulmamak üzere yerleştirdi zihnime. Sözün özü, bu ülkede varoluşunu ve iktidarını demokrasiye borçlu olmayan; bilakis, demokrasi olduğu sürece iktidar olamayan bir yapı ve bir zümre var. Bir zümre ki, farklı olana karşı sindirme, değilse dışlama, gerekirse ötekileştirme, düşmanlaştırma ve hatta şeytanîleştirme taktiklerini kullanmış; bundan dolayı bugün dahi yüzleri kızarmıyor. Sıkışınca, ‘kendine özgü şartlar’dan söz ediyor. Bir zümre ki, Birinci Meclis’in İstanbul’da toplanması İngiliz işgali sebebiyle imkânsızlaşan Meclis-i Mebusan’ın devamı niteliğini hep gözlerden gizlemiş; Nisan 1923’te olup bitenler, hele ki İkinci Grubun önemli ismi Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi hiç konuşulmasın istiyor. Ama, seçilmiş başbakanlara ‘Menderes’in akıbeti’ni hatırlatmaktan utanmayacak kadar arsız. Bir zümre ki, 1923’ü devrim, ilk demokratik seçimlerin yapıldığı 1950’yi ‘karşı-devrim’ diye tanımlıyor. Seçilmiş yöneticilere karşı orduyu ABD-NATO destekli darbe yapmaya davet etmeyi, vatanseverlik. Allah imhal eder, ihmal etmez. Son yüz sene, hep ‘yaptığının yanına kâr kaldığı’nı düşünen; ama açıktan, ama örtülü şekilde hep asıl ‘iktidar’ olmayı başaran bir zümrenin artık yaptığı kâr etmemeye başladı. 1950’den beri, hiçbir seçimde iktidar olamadıkları gibi, artık ‘Ordu göreve’ formülleri de işlemez oldu. Yargı üzerinden sürdürdükleri bürokratik vesayet, 12 Eylül referandumuyla çöktü. Küresel reelpolitiğin rüzgârı da arkalarında değil. En son, PKK teröründen medet umdular, ‘barış süreci’ sinirlerini bozdu. 28 Şubat darbesinin yapıldığı tarihte, Yeni Asya’da köşe yazarıydım. Elindeki silaha güvenenlerin ve elinde silah olana güvenenlerin çok keyifli olduğu o günlerde, “Kemalizmin geleceği var mı?” başlıklı bir yazı yazdım. ‘Yok’ cevabını içeren bir yazıydı elbette. Niye yok? Çünkü, varolmak için iktidara muhtaç. Bugüne kadar, hep açık veya örtülü, ‘iktidar’la var olageldi; iktidarını korumak için darbeye dahi kendini mecbur biliyor diye. Şimdi, önemli ölçüde iktidarsız kalmış bir Kemalizm var karşımızda. Askerî bürokrasi veya yargı bürokrasisi üzerinden iktidar olma imkânını neredeyse tamamen yitirmiş halde. Bel bağladıkları ‘Neo-Con’ların kaybettiği bir başkanlık seçiminden çıktı Amerika. PKK silahlı mücadeleye son verdiğini ilan ederek, şehit cenazeleri üzerinden hükûmeti devirme hayallerini söndürdü. “Ne yapsak olmuyor, neden medet umsak elde kalıyor” karamsarlığıyla, Esed gibi bir zalime ‘yandaş’ haldeler. Gördüğüm, bir bedbinlik, nikbinlik, karamsarlık hali. Bir nihilizm. Kemalizm, bu ülkede iktidar sayesinde varolabilmiş bir ‘parantez’di. O parantez, demokrasinin kurumsallaştığı bir ülkede ‘iktidarda olma’ anlamında kapandı, kapanacak. Bunu hissediyor olmanın; aşağıladığı insanlarla eşit olmanın, seksen sene ders kitaplarında aşağıladığı dindar insanların seksen senede yapılmayanları on senede yapabildiğini görmüş olmanın yol açtığı bir hüsran hali var birilerinde. Ben şu bir hafta içinde olup bitenlerin, nicedir yapılan benzeri denemelerin ardında, bu ümitsizliği, bu bedbinliği, bu nihilizmi görüyorum. Bu nihilizmin iyi analiz edilmesi ve tedavi imkânlarının bulunması gerek. Yoksa, sahiplerine de, bu ülkeye de zarar verecek. Bu süreçte bize ne düşüyor derseniz, dün gece uykuma mani olan haksız ve hukuksuz gürültüler arasında, Beled sûresine, özellikle de ‘sarp yokuşu tırmanma’nın son iki göstergesi üzerinde odaklandı zihnim: “...Ve sonra, iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.” Dikkat ve rikkat gerektiren bir süreçten geçiyoruz. Biliyorum, mesele Gezi Parkındaki ağaçlar değil, bizden nefret ediyorlar. Ama bizim, bu süreci bizden nefret edenlere karşı dahi içimizde nefret uyandırmadan geçirmemiz gerek. Acımalı, öfkeden uzak durmalı, sabretmeli; birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmalıyız. Protestoculara yönelik polis şiddeti mi? Kesinlikle problemli. Çünkü, sabırsız ve merhametsiz... © 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu
|