SON ÜÇ haftada bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken ağır sınanma, pek çok açıdan öğreticiydi. Ölüden diri, karanlıktan aydınlık, geceden gündüz çıkaran bir Kadîr-i Zülcelâl’e iman etmiş insanlar açısından, içinden çok hayırlar çıkması umulan bir şer, çok rahmetler ve nimetler çıkması ümit edilen bir zahmet ve mihnet süreciydi yaşanan. Kimin kim olduğuna, kimin kime dönüşebildiğine, hangi ruh halinin yanlış, hangi davranış biçiminin doğru olduğuna; daha nice nice şeye dair, muazzam bir tecrübe.
Benim aynama yansıdığı üzere, bir ‘darbe girişimi’ydi yaşanan. Yeni, farklı, ama son tahlilde bildik bir ‘darbe’ girişimi. Bu ülkeden öte, son senelerde bu ülkede ortaya çıkan ve bütün İslâm diyarını kuşatma istidadı bulunan bir istikbali hedef alan bir darbe girişimi. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce ‘azametli bahtsız bir kıt’anın reçetesi’ olarak yazdığı Münazarat’ta dile getirdiği üzere, hürriyetin mü’minler için ne anlama geldiğini; ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın ittifakından kurtulup kendi iradesiyle hareket edebilir hale geldiklerinde, ‘ittihad-ı İslâm’ ile mü’minlerin bütün yerkürenin mazlumları için nasıl bir ümit ve imkâna dönüşebileceğini gösteren gelişmelerden sonra, bu gelişmelere dur demek, en azından surda bir gedik açmak üzere tekrar tekrar çalışarak planlanmış bir darbe girişimi.
Bu süreçte gördüklerimi ve bu sürecin öğrettiklerini, en azından kısmen, birkaç yazıda paylaşma niyetindeyim.
Ve buna, bu sürecin bana gösterdiği, ama yirmi gündür yazılan binlerce yazı, yapılan yüzlerce açık oturum ve edilen binlerce analiz içerisinde bir türlü ‘göremediğim’ bir hususu paylaşmakla başlama niyetindeyim.
Açık ve net ifade edeyim: Bu süreçte ben, geleceği gördüm. Geleceğin iman-küfür, hidayet-dalâlet, hak-bâtıl savaşının kodlarını...
Bu kodları anlatabilmem için ise, öncelikle, Kur’ân’ın bir dersine ve bir Kur’ân talebesinin bu dersten çıkardığı sonuçlara değinmem gerekiyor.
Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ında ‘hidayete erdirmeyeceği’ üç topluluğun haberini verir: kâfirler, zalimler ve fâsıklar.
Dikkat edelim: Kur’ân’ın hiçbir âyetinde, âlemlerin Rabbi, bir kâfirin, zalimin veya fâsıkın hidayete ermeyeceğini eremeyeceğini söylüyor değildir. Hidayete ermeyecek olan, bir kâfir, zalim veya fâsık değil; kâfirler, fâsıklar ve zalimler ‘topluluğu’dur. Buna karşılık, en başta Asr-ı Saadette görüldüğü üzere, kendisini içinde olduğu bu ‘topluluk’tan ayrı tutabilen niceleri hidayet bulabilmiştir. Lâkin, hidayetin eşiğine kadar geldiği halde o ‘topluluğa’ karışıp tekrar sapıp gidenler de vardır. Kureyş müşriklerinin elçisi olarak Hz. Peygambere geldiğinde Resulullah aleyhissalatu vesselamın okuduğu Kur’ân âyetleri karşısında kalbi imana yaklaştığı halde, tekrar küfür, zulüm ve fıskı beraberce üzerlerinde taşıyan Kureyş’in müşrikler ‘topluluğu’ arasına karışıp kendisine yazık eden Utbe b. Ebi Rebia bunun en hazin örneğidir.
Bu âyetler, ‘topluluk’ta oluşan ayartıcı bir dayanışmayı; teke tek hakikate muhatap olma istidadı taşıyan insanların böylesi bir topluluk dayanışması içinde birbirlerini küfürde, zulümde veya fıskta nasıl besleyip teşvik ettiklerini ihsas eder. Böylece, bütün insanlara hakikati tebliğle yükümlü mü’minlere, bir yol da gösterir. (Bu yol, Bediüzzaman’ın ‘bu zamanlar’a dair bir tahlili eşliğinde, belki bir sonraki yazının konusu.)
Sözkonusu âyetlerin öğrettiği bir diğer ders daha vardır. Bu âyetler, insanda varolan üç temel kuvve doğru kullanılmadığında ortaya çıkan sonuca da işaret etmektedir.
Bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın haber verdiği ‘dağların yüklenemediği ama insanın yüklendiği emanet’in bir veçhesi olarak ‘ene’yi, yani benlik algısını ele aldığı “Otuzuncu Söz”de dile getirdiği üzere, insanın hem her insanın hayatını, hem de insanlık tarihini belirleyen üç temel kuvvesi vardır: (1) kuvve-i akliye, (2) kuvve-i gadabiye, (3) kuvve-i şeheviye.
Bu üç kuvve de, Fâtır-ı Hakîm tarafından insana o hayatın insanca sürdürebilsin ve Yaratıcısını bütün isimleriyle tanıyarak yaratılmasındaki hikmeti gerçekleştirsin diye verilmiştir.
En başta kuvve-i akliye, insanın düşünme, doğruyu yanlıştan ayırma, hakikati bulabilme yeteneğini ifade eder. Akıl, hikmet, iman ve marifet içindir. Nitekim, ‘aklı olmayan’ imanla ve amel-i salihle yükümlü değildir. Öte yandan, olan aklını kullanmayan da, aklını düzgün kullanmayıp yahut kötüye kullanıp bâtılı hak, hakkı bâtıl gibi gören ve gösteren de mes’uldür. Ve küfür, aklı düzgün kullanmayışın bir neticesidir.
Kuvve-i gadabiye ise, insanın ona emanet edilmiş hayatına kasdeden zararlı unsurlardan korunması için verilmiştir. Hikmet üzere çalışan bir aklın idaresinde cesaretle bu emaneti korumakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmayıp zararlı unsurlara, kötülüğe, şerre karşı boyun eğdiğinde de sorumludur; bu kuvvesini kötüye kullanıp zulme sebebiyet verdiğinde de.
Aynı şekilde, kuvve-i şeheviye, hayatının devamı için lâzım olan şeylere iştiha duyabilmesi için kendisine verilmiştir. Hayatının devamı için helâl dairede iffetle yol almakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmadığı durumda da; bu kuvvesini kötüye kullanıp helâl haram demeden ve ayırmadan nefsinin her istediğinin peşine düşmesinden de sorumludur.
Şimdi, her insanın yaşadığı bu ‘kuvveler’ imkânını (veya imtihanını) insanlar topluluğuna uyarlarsak; kâfirler topluluğu ‘kuvve-i akliye’nin, zalimler topluluğu ‘kuvve-i gadabiye’nin, fâsıklar topluluğu ‘kuvve-i şeheviye’nin düzgün kullanılmayışının veya kötüye kullanılmasının bir eseridir.
Ve elbette, bu üçü, ille de üç ayrı topluluk olarak varolacak da değildir. Bunlardan sadece birinde haddi aşmak bir topluluğun hidayetine kasdeden bir sapma niteliği taşıdığı halde, ikisini, üçünü birden aynı anda kendisinde toplayanlar da vardır.
Bu tahlili, daha geniş bir düzleme taşırsak: Vahyi reddeden seküler hümanizme dayalı Batı uygarlığını ve Batının yerkürenin galibi durumuna geldiği andan itibaren İslâm’a ve Müslümanlara karşı giriştiği üç küsur asırlık mücadeleyi bu çerçevede analiz edersek:
Modern Batı, İslâm’a karşı mücadelesinde bu üç kuvveyi de kullanmıştır. Bir yandan, Allah’ın varlığını red ve inkâr eden ateistleri, öte yandan Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte semavî dinleri, yani ilâhî vahyi ve peygamberleri reddeden deistleriyle; ayrıca, Batının galip konumundan istifadeyle arada Müslümanları İslâm’dan koparıp kendi inancına döndüreceği umuduna kapılmış Hıristiyan misyonerleri ve hele ki bütün akademik maskesine rağmen mü’minlerin aklına dinleri hakkında türlü çeşit şüpheler düşürme ve mü’minleri birbirine düşürme gayretiyle kuşanagelmiş koskoca bir oryantalistler ordusuyla; asırlardır Batı İslâm’a karşı ‘kuvve-i akliye’ cihetinde bir mücadelenin içindedir, ama bu mücadeleden galibiyet devşirmeyi bir türlü başaramamış haldedir. Bilakis müntesiplerinin en zayıf durumda olduğu modern zamanlarda dahi İslâm, en güçlü zamanında Batının içinden Hıristiyanlıktan veya deizmden veya ateizmden kopup İslâm’a seçen milyonlarca muhtedi devşirmiş haldedir.
İslâm’a karşı bu uğurda oluşturduğu muazzam güce ve dahası İslâm dünyasının neredeyse tamamında eğitim müfredatlarının onların lehine oluşturulmasına rağmen ‘kuvve-i akliye’ üzerinden bir mücadelede başarılı olamayan Batı, ‘kuvve-i gadabiye’ cihetinden, yani doğrudan ordularını, silahı ve şiddeti devreye sokarak da yürütmüştür İslâm’a karşı mücadelesini. Bu ordu, bu şiddet ve silah, ya bizzat Batıya ait olup Batılı ellerle kullanılmış; veya ruhunu Batıya satmış Müslüman isimli zalimler ve muktedirler eliyle. Gelin görün ki, kitabıyla, sözüyle Kur’ân’ı yenemeyen, İngiltere’nin en güçlü zamanında Avâm Kamarasında Gladstone’un bas bas bağırmasına rağmen Kur’ân ile Müslümanların arasını açamayan Batı; orduları, tankı, topu, tüfeği, bombası, zulmü, zalimi, diktatörü ile de bunu başarabilmiş halde değildir. Böylece, belki Müslüman toplumlardaki İslâmî hissiyatı baskı altında tutmuş, belki Bediüzzaman’ın ‘Asya münafıkları’ dediği işbirlikçileri eliyle mü’minlerin ‘ittihad-ı İslâm’ çatısı altında ümmet idrakini fiiliyata taşımasını engelleyen ‘ulus-devlet’ hapishaneleri oluşturmuştur; ama sözle dinlerinden koparamadığı Müslümanları, silahla da dinlerinden koparamamıştır.
Ve şimdi, şu son yıllarda, bütün âlem-i İslâm, doğrudan ‘Avrupa dinsizleri’nin fiilî istilasından kurtulurken bünyelerine iliştirilmiş ‘Asya münafıkları’nın istibdadından da gerçekten kurtulup kendi kaderini tayin edebilir noktaya gelme istidadındadır. Ne ‘Avrupa dinsizleri’nin, ne ‘Asya münafıkları’nın orduları artık Müslümanları korkutmamaktadır. Dahası, birçok Müslüman ülkesinde ordu, artık bu ikilinin kumandasından kurtulup silahını kendi insanına yöneltmekten uzaklaşır durumdadır.
Bu durumda, İslâm’a karşı yerel-küresel bir ittifak oluşturan seküler ‘konsorsiyum’un elinde, en kullanışlı kuvve olarak, ‘kuvve-i şeheviye’ kalmaktadır. Batı, sözle ve silahla, yani küfürle ve zulümle yenemediği; ‘kâfirler topluluğu’nun ve ‘zalimler topluluğu’nun baş edemediği İslâm’a ve müntesiplerine, bundan böyle, fıskla ve ‘fâsıklar topluluğu’yla hükmetmeyi deneyecektir.
Bu süreci, on yıl kadar önce Karakalem’in 4. Sayısında, modern dönemlerden postmodern döneme olan seyrin içerisinde irdelemiş; postmodern bir dünyada ‘iman-küfür mücadelesi’nin yeni bir veçheye kavuşacağını ve bundan böyle mücadelenin ‘düşünce’ düzeyinden ziyade ‘yaşam tarzları’ düzeyinde; akıl düzeyinden ziyade nefis ve haz düzeyinde şiddetleneceğine dikkat çekmiştim. (Belirtmem gerek; “Risale Okumaları”mın beşinci kitabı olarak Geleceğe Dönüş’ün merkezinde yer alan bu yazı, hayatıyla ve eseriyle zenginleştiğimiz Bediüzzaman’ın “Otuzikinci Söz”de gerçekleştirdiği, ‘ehl-i dalâletin vekili’yle üç aşamalı harikulâde münazarasından aldığım dersle yazılmıştır.)
Son yirmi günde, ben işte bu geleceği gördüm. Yirmi günde, maskeler çıkar, saflar belirir, kimileri ‘fabrika ayarları’na döner ve kalblerinde maraz olanlar da kendilerini belli ederken; ben asıl işte bunu gördüm.
Bunun, iki önemli ipucu vardı benim için. Sözümona ‘masum çevre duyarlılığı’ ile takdim edilen, faraza öyle olsa bile savunulamaz bir çapulculuğa, başbakana odaklanmış görünse de esasen dindara ve dine yönelik rezil bir saldırıya ve sefil bir darbe girişimine dönüştüğü halde ‘savunulan’ bu eylemlerin ‘taşıyıcısı’ durumundaki unsurlarda saklıydı bu ipuçları. İlkini, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la 5 Haziran’da yaptıkları konuşmanın ardından yaptığı basın açıklamasında Taksim Platformu verdi. Çözün bakalım: Mesele masum bir ‘çevre duyarlılığı’ idiyse, ‘kadın bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakâr erkek politikalarına karşı yükselen ses’in ne alâkası vardı? Ve tarif edilemez bir yıkıcılığa, çapulculuğa dönüştüğünde eylemleri ‘masum’ gösterme adına yine aynı günden itibaren başlayan, bıktırıcı bir şekilde eylemlerin yanında yer alan gazeteci, politikacı, akademisyen, sanatçı her kesim tarafından tekrar tekrar dile getirilen ‘yeni gençler,’ ‘çiçek çocuklar’ söyleminin...
Şu çok açık: Bu ülke, ümmet ve bütün yerküre, iman-küfür mücadelesinde ‘postmodern’ bir dönemece girdi, giriyor.
Bundan böyle, bu mücadelede şer cephesi ‘kuvve-i şeheviye’ üzerinden bir saldırıya odaklanacak; imanla ve mü’minle olan mücadelesini nefis ve haz merkezli olarak yapacak; ve bunun için özellikle kadınlar ve gençler üzerine oynayacak... Mücadele çetin ve uzun süreli olacak; evlerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız hedef alınacak...
Yirmi günlük yıkıcı şer taarruzunda eteklerdeki taşlar dökülürken, ben perde gerisinde işte bunu gördüm.
Not: Ama umutsuzluğa da mahal yok. İslâm’ın elçisi Hz. Peygambere ilk iman eden bir kadın (Hz. Hatice), ikincisi bir genç (Hz. Ali) idi çünkü. Yani, Kureyş müşrikleri kaybetmişti. Bugünün küresel ifsat şebekesine karşı, yine biz kazanacağız inşaallah...
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu