“Ne olursan ol, gel”me!

Nuriye Çakmak

TEVAFUKEN “ŞEB-İ Arus” haftasına rastgelen bir okumanın tesirindeyim. “Mevlana ile bir ömür” geçiren merhum Şefik Can’ın hatıralarını okuyorum bugünlerde. Sonra düşünüyorum, sapla samanın bu kadar uyumlu birliktelik yaşadığı başka bir yer var mı diye... Öyle ya, bir tersten okumadır gidiyor, daha da kötüsü okumadan tersine çekme, hatta alet etme alışkanlığı da almış başını gidiyor. Başlar verilen davalara, kara kara lekeler işleniyor.

1960 senelerinde başladım diyor, Şefik dede. Hz. Mevlana’nın iki bin küsur rubaisini topladım. Yazma ve baskı divanların tümünü araştırdım, “ne olursan ol gel” beyti hazrete ait değildir, oysa hepsinde “Ben yaşadığım müddetçe bende-i Kur’anım (Kuran’ın kulu ve kölesiyim), Hz Muhammed’in ayağını bastığı toprağın tozuyum” beyti geçer, insanların bu beyti görmeyip de Hz. Mevlana’ya ait olmayan bir sözü ona mal etmelerine üzülüyorum, diyor. Sonra devam ediyor: Hz. Mevlana’ya ait olduğu söylenen bu meşhur dizelerin, Kirmani isminde bir şaire ait olduğunu Ziya Paşa “Harabat” adlı eserinde belirtiyor. Sonra Mevlana dergahından Necati Bey adında bir katip, nasıl olduysa bir dergide bu beytin altında Mevlana yazdığını görmüş, her yerde söylemiş, diyor Şefik dede... Yine her nasılsa bu bilgi hiç tadile uğramadan tâ bugünlere dek gelmiş..

Bütün felsefemizi üzerine bina ettiğimiz Mevlana’yı nereye koyacağız şimdi? Bu beyti o söylemediyse, bu toprakların yetiştirdiği en nadiden düşünür, en sevgili hümanist kim olacak! “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” mealindeki Kur’an ayetinin bir tefsiri olabilir bu söz diyor Şefik Can dede. Yoksa yüz kere tövbeni boz demek değil. Çarpıcı seslerden, tanıtım filmleri eşliğinde sık sık duyduğumuz “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” sözünü kime bina edeceğiz, bu derin manayı neyle dolduracağız şimdi? Merhametli ve hoşgörülü olmakla hümanist olmayı karıştırmadan, tam bir Müslümanla ılımlı ve insancıl Müslüman olma arasındaki “uçurum”u neyle kapatacağız? Ne büyük bir boşluğa düşüyoruz, tek bir beyti yitirince, ne ilginç! Binlerce beyit yerli yerinde dururken...

Çok değerli bilgilerin bulunduğu kitapta en can alıcı noktalardan birini şöyle açıklıyor Şefik dede: İkinci Mahmud döneminde Bektaşiliğin lağvedilmesiyle Mevlevihanelere sızan Bektaşiler “rind meşreb” adı verilen bir oluşumun temeli olmuştur. Hatta bu etkiyle Hz. Mevlana’yı Alevi gibi göstermek isteyen aklıevveller zuhur etmiş, mesela İranlı edip Hidayet Han Divan-ı Şemsü’l-Hakâyık adı ile bastırdığı eserde Şiaya ait hükümlerin işlendiği ama Mevlana’ya ait olmayan onlarca beyit yazıvermiş. Ve ekliyor, çok şükür ki, Tahran Üniversitesi profesörlerinden Bediüzzaman Firuzanfer Mevlana’ya ait tüm divanları inceleyerek, nüsha farklılıklarını da göstererek, gerçek Mevlana beyitlerini seçip yedi cilt halinde bir “Divan-ı Kebir” bastırdı. Ancak bu tehlikenin günümüzde halen var olduğunu unutmadan ekliyor: Tabii ki, Mevlana da Hz. Ali gibi efendimizin aziz dostlarını sever ve eserlerinde onlardan bahsederdi, ama asla ehl-i Sünnet anlayışı dışına çıkmamıştır. Bunun bir örneği olarak gerek Mesnevi’de gerek Divan-ı Kebir’de dört halifeden de övgüyle bahsedilir, diye devam ediyor. Mesela Hz. Ebubekir-i Sıddık’ın ismi Mesnevi’de on yerde, Divan’da sekiz yerde, Hz. Ömer-i Faruk’un ismi Mesnevi’de onsekiz yerde, Divan’da yirmi yerde, Hz. Osman Mesnevi’de dört yerde, Divan’da sekiz yerde, Hz. Ali Mesnevi’de kırkbir yerde, Divan’da yirmiüç yerde geçiyor..

Çok önemli bir bilgi bu. Tam ondokuz yılını Mevlana eserleri araştırmalarına adayan bir mesnevihanın bürhana dayanan sözleri bunlar. Tek tuşla tüm eserde arama yapma mucizelerinin olmadığı, bu sayıları belirlemek için her beytin defalarca tek tek işlenmesinin gerektiği yıllar... Ama kendi beyitleri dipdiri ortada dururken dahi Mevlana’yı okumak yerine ona ait olmayan bir beyitle okumadan yorumlayanlar varken, kim oturur araştırır, kim görür de anlar bu değerleri?

Ancak tersten okumalar, okumadan anlamalar, hatta yalandan okumalar bununla kalmıyor tabii. Bu bilgilerin yayınlandığı röportajları yaparken 90’lı yaşlarında Şefik dede: ama öyle yanıyor ki yüreği, bir cümle daha aktarsa gül gülistan oluyor içi. Yakın döneme kadar camilerde müezzin gibi görevli ve maaş alan sesli şekilde cemaate Mesnevi okuyan “mesnevihan”lardan bahsediyor ve ömrünün sonuna kadar çeşitli yerlerde durmadan verdiği Mesnevi derslerinden, artık gözü görmemeye başlayınca da Mesnevihanlığını üstlenen dostlarından... Çok keyifli bir sohbet bu, dolu dolu ve çarpıcı. Bir hazine Şefik dede ve söyleyecek çok sözü var, çünkü çok hatalar var. Mesela; Mevlevilik Mevlana’dan sonra kuruldu diyor, Mevlana Mevlevi değildir! Mevlevilik Hüsamettin Çelebi ve Sultan Veled tarafından tesis edilmiştir. Mevlana babasının tarikatındandı, babası da büyük veli Necmeddin-i Kübra hazretlerine bağlı idi. Onun için Hz. Mevlana “Kübreviyye” tarikatına mensuptu, ancak kendi tarikat taraftarı değildi. “Bizim tarikatımız, Tarikat-ı Muhammediye’dir, bizim yolumuz ilahi yoldur” buyururdu.

Ama uyarıyor Şefik dede, yanlış anlaşılmasın, daha onun zamanında sünnet-i seniyyeden ayrılma eğiliminde olan oluşumlar, kendilerini tarikat ehli ve mesul olmayacak ehl-i aşk şeklinde sunmak isteyenler zuhur etmişlerdi, onlara tepki verirdi. İki genç hikayesi bunu anlatır. Yoksa kendinden önceki büyük velilere saygısı büyüktü. Hatta Mevleviliğin içinde “Şems kolu,” “Veled kolu” diye iki anlayıştan bahsedilir. Şems kolundan olduğunu söyleyenler, namaz bile kılmaz, akşamları demlenir: oysa bu iki anlayış Mevlevilerin farklı hallerinden tezahür etmiştir. Ve Mevleviliğin özünde şeriat vardır, diyor ve Mesnevi’den bir beyitle devam ediyor:

“Bizim mest olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin renklenmesi için çenk ve rebab da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin güzünü görmeden, hoş sesli çalgıcıyı dinlemeden, sâkînin elinden yeryüzü şarabını içmeden mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz...”

Büyük veli ve asrının müceddidi Hz Mevlana, kendine ait olmayan bir beyitle hümanistliğin bir numaralı temsilcisi haline getirilen.. Okumayı ve anlamayı bilmeden yorum yapanlarca şeriata özensiz rind meşrep gösterilmeye çalışılan büyük peygamber aşığı.. Sana ve eserlerine ömür adayanlar da var bu topraklarda, çağrına kulağını açan ve kafa gözüne gönül gözünün katıp emeğine odaklanan..

Var elbet, herkes sömürüyor, herkes başka tarafa çekiyor değil, en azından ilk insan peygamberle başlayıp efendimizde kemalini bulan silsilenin bir parçası olduğunun bilincinde üstadlarının üstadlarından belleyip seni, hakikatini biliyor ve o muhabbetle, dahil olduğun zincirin her halkası gibi seni de gözleri başları üstünde taşıyorlar..

Şükür ki..

  04.01.2009

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut