ÖYLE SÖZLER vardır ki, belli bir zamanda, belli şartlar ve kayıtlar altında söylenmiştir. Böyle bir söz, mutlaklaştırıldığında, yani her zaman ve zemin için aynı ölçüde geçerli kılındığında, o söz ‘yanlış anlaşılmış’ olur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin birçok sözü için de bu durum geçerlidir. Onun belli bir zaman ve zeminde, belli şartlar dahilinde söylediği bazı sözler, içerdiği bu ‘zaman ve zemin’ boyutu gözardı edildiği için, Risale-i Nur adına yanlış anlama ve uygulamalar zuhur edebilmiş; dahası, bu yanlışlar, etki-tepki ilişkisi içerisinde, başka yanlışlara sebebiyet verebilmiştir.
Tıpkı, onun tasavvuf ve tarikatlar hakkında söylediği; Risale-i Nur dairesi içindeki herkesin bildiği, Risale-i Nur’a muhatap kişilerle bir şekilde karşılaşmış her ehl-i tarikin de duyduğu şu söz gibi: “Bu zaman tarikat zamanı değil,imanı kurtarmak zamanıdır.”
Risale-i Nur dairesi içindeki bir mü’mine, “Risale-i Nur tarikatlar ve tasavvuf hakkında ne diyor?” diye sorulduğunda, aklına geldiği gibi, diline de gelecek olan söz, budur. İhtimal ki, diyalog, ikinci bir söz de aktarılmadan, bu sözün ‘bizim anladığımız biçimiyle’ açıklanması ile devam edecek; “Tasavvufun devri geçti kardeşim; bırak bu işleri” demeye gelen bu açıklama karşılığında ise, muhatabımızın tasavvufa temayülü ölçüsünde bir kalb kırıklığı, Risale-i Nur’a karşı bir soğukluk şeklinde tecellî edecektir.
Oysa, “Risale-i Nur ve tasavvuf” deyince, yalnızca bu sözün aktarılması ve yalnızca bu söz üzerine bir açıklama çerçevesi kurulması, en başta, Risale-i Nur’a zıt bir keyfiyettir. Zira, söz tarikattan açıldığında, Risale-i Nur’un söylediği daha çok söz vardır; ve bu sözlerin bir kısmı açıkça, bir kısmı dolaylı biçimde, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünün belli şartlar dahilinde söylendiğini göstermektedir.
En başta, Risale-i Nur’un ana gövdesini teşkil eden eserler arasında Sözler’in hemen ardından gelen Mektubat’ın “Yirmidokuzuncu Mektub”unun “Dokuzuncu Kısım”ı olarak “Telvihat-ı Tis’a,” Bediüzzaman Said Nursî’nin tasavvufa bakışı konusunda en açıklayıcı risaledir. Ki bu risale, “Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk nâmları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır” ifadesiyle başlamakta; “Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat, bir bürhan-ı şeriattır (...) İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-i tefeyyüzâtıdır” gibi ifadelerle devam etmekte; ‘ehl-i tarikatın dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesi’nden övgüyle söz ederek sürüp gitmektedir.
Kısacası, “Telvihat-ı Tis’a”nın ana örgüsüne bakıldığında, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’ın Bediüzzaman’ın dünyasında kesin bir övgüye mazhar olduğu; onun tarikat ve tasavvufa yönelik ‘eleştiri’lerinin ise ‘sünnet-i seniyye’ mizanlarına uygun düşmediği halde tarikat perdesi altında açılan bazı yollara ve tarz-ı telâkkilere yöneldiği açıkça görülmektedir.
Nitekim, Bediüzzaman’ın ilk talebeleri de bunu böyle anlamışlardır. Barla Lâhikası’nda yer alan, bu risale ellerine ilk geçtiğinde edindikleri hissiyat ve fikriyatı ifade eden mektuplarında, bu risaleden aldıkları derse binaen tasavvuf ve de ehl-i tasavvuf hakkında edindikleri müsbet kanaat açıkça görülür. Ahmed Hüsrev, Sabri, Hulusi Bey, Âsım, Hacı Mehmed imzalı mektuplar, bunun açık bir göstergesidir.
Dolayısıyla, en başta, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünü söyleyen zâtın, aynı zamanda tarikatın hakikatini beyan eden, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’tan övgüyle ve takdirle söz eden, bununla beraber ‘sünnetin mizanına uymayan’ bir kısım ehl-i tariki uyaran bu risalenin de müellifi olduğunu hem Risale-i Nur talebeleri, hem ehl-i tarik dikkate alma durumundadır. “Telvihat-ı Tis’a” dikkate alındığında, ilgili sözü Bediüzzaman’ın tarikat ve tasavvufa iyi gözle bakmadığı şeklinde anlayıp anlatmanın bir ‘yanlış anlama’ ve ‘yanlış anlatma’ olduğu açıkça görülecektir.
Bu durumda, akla şu soru geliyor elbette: O halde, Bediüzzaman Said Nursî bu sözü niye söyledi?
Bunu anlamak için, bu sözün söylendiği zaman ve şartları dikkate almak; ve lâhikalar arasında bir yolculuk yapmak gerekiyor.
Bu sözün söylendiği devir, imanın temellerine hücum edilen, Allah’ın varlığını inkârın neredeyse ‘eğitim’in esası haline getirildiği; okullardan ‘halkevleri’ne her kanaldan küfrî bir anlayışın kendini ifşa ve ifade ettiği bir devirdir. İmanın esaslarına ilişilen böylesi bir zamanda, yani imanlar tehlikeye düşmüşken tarikat yoluyla şahsî terakkiyatına çalışmayı, Bediüzzaman bu aslî vazifeyi terk olarak gördüğü için eleştirmekte; gereğinde ‘şahsî terakkiyatı’ndan feragat ile ‘imanları kurtarma’nın önceliğine dikkat çekmektedir.
Buna karşılık, aynı Bediüzzaman, 1950’li yıllarda Mesnevî-i Nuriye’nin Türkçe tercümesine dahil ettiği bir cümlede “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir” demektedir. Bu, imanın esasına yönelen hücumlara karşı artık ellerde Risale gibi bir bürhanın yazılmış ve kökleşmiş olduğunu bize bildirir. Böylesi bir keyfiyet dahilinde, Bediüzzaman “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” şeklindeki sözünü yumuşatmıştır.
Gelin görün ki, 1950’li yıllarda yazdığı bir mektup bunu açıkça belgelediği halde, Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildinde yer alan bu mektup, her nasılsa gözlerden ve dillerden ırak kalabilmiştir.
Bu ıraklığın bedeli ise, “Bu zaman tarikat zamanı değildir” sözü mutlaklaştırılmasıyla, Risale-i Nur ehli mü’minler ile tasavvuf ehli mü’minler arasında bir kalb kırgınlığıdır. Daha da ağır bir bedel ise, bu yüzden, nice ehl-i tarik mü’minin Risale-i Nur’a da soğuk durması, hatta içlerinden hasmâne bir tavır alanların da çıkmasıdır.
Salı günü, bu mektubu tahlil ederek, bu bahsi şimdilik hitama erdirelim ve bir kırgınlığın izalesi için elimizden geleni yapmış olalım inşaallah...
Yeni Asya Gazetesi, 27.03.2005
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu